Türkiye büyük bir tehlike atlattı. Devlet içinde yuvalanan bir tarikat, yalnızca mevcut iktidarı değil, Cumhuriyeti ve demokrasiyi de yok etme girişiminde bulundu.
Bu güne nasıl gelindiği her boyutuyla tartışılıyor. İktidarın bu süreçteki sorumluluğu farklı biçimlerde dile getiriliyor. Bu sorumluluğun af dileyerek aşılacak nitelikte olmadığı ise son derece açık.
Ancak bu durum yazımızın konusu değil. Sadece, liyakata göre değil, tarikata göre bir devlet yapılanmasının ağır sonuçlarını herkesin gördüğünü ummakla yetinelim.
Dikkatlerimizi yöneltmemiz gereken konular ise açıkta duruyor. Bunlardan en önemlisi, darbe girişimi sonrası başlatılan yargı sürecinin nasıl yürütüleceğidir. Adil yargılanma hakkı ve savunma hakkı gözetilecek mi, FETÖ’ye yönelik soruşturma ve yargılamalarda hukuka uyarlılık sağlanacak mı?
Gelişen olaylar umutlu olmamızı engelliyor. Olağan koşullarda bile güçler ayrılığını ve yargı bağımsızlığını yok sayan bir zihniyetin olağanüstü hal koşullarında makul davranmasını beklemek fazla iyimserlik olur. Nedenler aynı iken sonuçların değişik olabileceğini zannetmek ise davranış sorunlarımızı iyice ağırlaştırır.
Ne yazık ki, yaşanan süreç cadı avı çağrışımları yapıyor. Devlet denetimindeki bir bankaya para yatırmış olmaktan, cemaat okullarında çocuk okutmaya kadar geniş bir alanda gözaltılar yaşanıyor. Ve herkes FETÖ’nün gerçek adamlarına sıra ne zaman gelecek diye merak ediyor.
Bir başka kaygı ise olağanüstü hal ilanının amaç dışı kullanılmasıdır. Olağanüstü hal uygulamaları başarısız darbe girişiminin faillerine ve bu girişime lojistik destek veren siyasal güçlere yönelmelidir. Kuşkusuz ki, bu yönelim FETÖ’nün ekonomik kaynaklarını da kurutmalıdır. Yani, olağanüstü halin verdiği yetkiler olağanüstü hal ilanına sebep olan olgular için kullanılmalıdır.
Bu yetkilerin sınırını geçmiş ve bugün belirler. Kısaca söyleyecek olursak, olağan yönetimlerle başarılamayacak bir durumu halletmek içindir olağanüstü hal. Yoksa bu yetkiler geleceği inşa etmek ve yeniden yapılandırmak için kullanılamaz. Yani iktidar aldığı yetkileri kendi bekası ve çıkarları için kullanırsa anayasal suç işlemiş olur ve onarılamaz toplumsal zararlara yol açar.
Tüm bu nedenlerle iktidarın panik havasından çıkması ve soruşturmaları hukuk zeminine çekmesi gerekir.
Elbette ki, bu süreci meşru kılmak birçok unsurun bir araya gelmesini gerektiriyor. Ancak süreci şeffaf kılacak tek aktörün avukat olduğu unutulmamalıdır. Avukatın ve savunma hakkının kullanılmasının önünün açılması yalnızca hukuk ve demokrasinin değil, iktidarın da yararınadır. Ancak iktidar bu konuda pek hevesli görünmüyor. Bu yaklaşımın yarattığı korku ikliminin esintileri ortalıkta dolaşıyor.
Ne yazık ki avukatlar da bu dönemde iyi sınav vermiyorlar ve korku iklimine teslim olmuş görünüyorlar. Tüm Türkiye’de gözaltına alınan şüphelilerin avukat bulmakta zorluk çektikleri haberlerini alıyoruz. Kuşkusuz ki bir avukatın davayı reddetme hakkı vardır. Bu konuya ilişkin birçok sebep sayılabilir. Ancak bu sebepler arasında korku olmamalıdır. Yaşanılan korku nedeniyle bir avukatın savunma hakkına sırtını dönmesi kabul edilemez. Aksi durumda savunmanın kutsallığından söz etme hakkını yitiririz. Ve “suç kesinleşene kadar herkes masumdur” ilkesini de yok etmiş oluruz. Şu hususun da unutulmaması gerekir; eğer darbe girişimi başarılı olsaydı ve görevlerimizin başında kalmaya devam etseydik, bu kez iktidarı yönetenler için kaygılanacak ve onların adil yargılanmaları için çabalayacaktık.
Ben 12 Eylül 1980 darbesinde avukattım. 1989 yılının sonuna kadar sol siyasal davaların avukatlığını yaptım. Ne 12 Eylül yönetimi ne de yerel yetkililer bu konuda beni sorgulamadılar, hesap da sormadılar. Bu dönemin 12 Eylül döneminden daha beter olduğunu iddia edecek değilsek kaygılarımızı ve korkularımızı yeniden gözden geçirmeliyiz.
Diğer önemli konulardan biri ise, darbeleri ülke gündeminden sonsuza kadar çıkartabilmenin koşullarıdır. Bana göre en önemli koşul ve tek ana ilaç demokrasidir. Kimlerin yaptığına ve kime karşı yapıldığına bakmaksızın her tür darbeye karşı olacak ortak bilinçtir. Şüphesiz ki bizim gibi düşünen insanların darbelere karşı olmasının temel dayanağı demokrasi için duyduğumuz kaygıdır. Ancak kaygı duyacağımız kadar bile demokrasi bırakılmazsa, darbelere karşı çıkışımızın kültürel alt yapısı yok edilmiş olur.
Bu sürecin atlatılması ve bir daha darbe tehdidi ile karşılaşmamak için tüm halkımızla dayanışma içinde olunmalıdır. Ortak dilimiz ise demokrasi ve hukukun üstünlüğü olmalıdır.
Bu kötü olayı hep birlikte bir fırsata çevirebiliriz. Herkesin kendini özgürce ifade edebildiği ve bu nedenle asla tehdit altında olmayacağımız demokratik Türkiye’yi hep birlikte kurabiliriz.