Darbe teşebbüsü, OHAL ilanı ve sonrası üzerine

15 Temmuz 2016 Cuma günü, ülkede “Yurtta Sulh Konseyi” adıyla Gülen Cemaati merkezli bir darbe teşebbüsü yaşandı. O gece Cemaat mensupları Meclis’i bombalayıp vatandaşın üstüne ateş açarken, AKP’nin sokağa çıkan paramiliter güçleri de camilerden okunan selalar eşliğinde askerleri linç edip kafalarını kesti. 16 Temmuz gününün ilk ışıklarıyla ise “darbecilerin yenildiği, demokrasinin kazandığı” söylemleri her yerde duyulmaya başladı. 15 Temmuz Demokrasi Günü ilan edilip günlerce süren “demokrasi nöbetleri” tutuldu. Bu arada ülkede OHAL ilan edildi, Meclis hiçe sayılarak -darbe teşebbüsü kapsamı ve/veya bu kapsam dışında- birçok konuda KHK’lar çıkarılmaya, birçok kişi tutuklanmaya ve yargılama yapılmadan meslekten çıkarılmaya başlandı… Darbe teşebbüsü ve sonrasındaki OHAL ilanıyla birlikte başlayan sürecin etkilerini daha uzun süre hissedeceğimiz kesin. Bu yazıda, darbe teşebbüsü, öncesi ve sonrasına dair bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

Düzen içi taraflaşmanın geldiği nokta

Darbe teşebbüsünü ve yaşadığımız süreci, “tek başına” ülke içindeki güç çekişmeleri ile açıklamak yanıltıcı olacaktır. Türkiye’de hiçbir darbe sermaye düzeninin ve emperyalizmin çıkarlarından bağımsız olmamıştır. Dolayısıyla bu süreci anlamak için daha geniş bir çerçeveden bakmak, Türkiye sermayesinin konumu ile Türkiye’nin Ortadoğu ve dünya siyasetindeki durumunu değerlendirmek gerekiyor.

Öncelikle Türkiye sermayesi açısından en büyük sorunun, tek kutuplu dünyada kendi konumunu belirlemek olduğu bir tarafa yazılmalıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılması öncesinde iki kutuplu dünyada denge politikası ile konumunu koruyan Türkiye sermayesi, yeni dünya düzenine geçiş sonrasında da önceki konumunu korumaya çalışarak bir pozisyon bulmaya çabalamaktadır. Ancak Türkiye sermayesinin bu talebini karşılamak, yeni düzenin nesnelliğine uygun düşmemektedir. Denge politikalarının bittiği, bu politikalar ile kurulmuş veya devamlılığını bu şekilde sağlamış ülkelerin peyderpey değişim/dönüşüm, yıkım/yeniden yapılanma süreçleri yaşadığı bir dünyada, Türkiye’nin eski koşullarıyla kalması objektif olarak imkansızdı. Tek kutuplu, neoliberal ekonominin egemen olduğu emperyalist-kapitalist düzende Türkiye’nin bu sisteme bağımlılığının artması için 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, yıllar içinde tahrip edilmiş olsa da kısmen varlığını koruyan ilkelerinin tasfiye edilip, yeni düzene uyumlaşması gerekmekteydi. Söz konusu uyumlaşma hamlesi ise, AKP ile birlikte “ılımlı İslam” projesiyle gündeme gelmiştir. 14 yıllık AKP iktidarı döneminde darbe teşebbüsü de dahil yaşanan bütün siyasal gelişmeler tam da bu uyumlaşma sancılarının bir sonucudur.

Bunun yanında AKP, ABD’nin politikaları doğrultusunda başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’ya müdahale etmeye çalışmış, tüm politikasını bölünmüş, Esad’sız bir Suriye’nin olacağı Ortadoğu siyasetine göre belirlemiş ve bunun olabilmesi için en büyük işbirlikçi olarak kendini ortaya koymuştur. Bunu yaparken açıktan cihatçı terör örgütlerini desteklemiş, Rusya- ABD arasındaki gerilime sırtını dayamaya çalışmıştır. ABD ise Ortadoğu’ya müdahaleyi nihayetinde IŞİD karşıtlığı üzerinden ele atmış, “Kürt devleti ile PYD” kartlarını oynamak yolunda tercih yapmıştır. Gelinen noktada, ABD ile Rusya, Suriye ve Ortadoğu meselesi üzerinde bir anlaşmaya doğru gitmektedir. Bu durum Türkiye’yi çok zor duruma sokmuştur çünkü emperyalizm kendi doğrultusunda yönlendirmek için ve elini zayıflatmak amacıyla Türkiye’ye bir dizi müdahaleyi gündeme getirmekten çekinmemiştir. Darbe teşebbüsü, öncesi ve sonrası işte tam da bu eksende değerlendirilmelidir.

Ancak buradan asla, darbe teşebbüsünü bertaraf eden AKP’nin, emperyalizme karşı durduğu, boyun eğmediği anlamı çıkmamalıdır. Darbe teşebbüsü sonrası, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye verilmesi konusunda Erdoğan’ın ABD için “ne istediniz de yapmadık, sizin en iyi müttefiklerinizdeniz. Bu istediğimizi geri çevirmemeniz gerekmektedir” minvalindeki konuşmaları da, Cerablus’a ABD ile organize şekilde yapılan operasyon da durumun öyle olmadığını açıkça göstermektedir.
***
Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Türkiye’nin yeni düzene uyumlu hale gelmesi için ortaya konan projenin oyuncusu AKP’dir. Milli Görüş geleneğinden gelen AKP’nin iktidara gelişi ise, Nurculuktan gelen, emperyalizm ve devletle işbirliği içindeki Gülen Cemaati ile ittifak yapmasıyla olmuştur. Bu iki gerici ekol, I. Cumhuriyetin yıkılması için birlikte hareket etmişlerdir. Tüpraş, Petkim, Tekel gibi şirketlerin özelleştirilmesi, Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK operasyonları ve sonrasında yargılamalarının yapılması, Anayasa Referandumu ile özellikle yargı alanında değişikliklerin gerçekleştirilmesi I. Cumhuriyetin tasfiyesi yönünde yürütülen ortaklığın örneklerinden sadece birkaçıdır. Ne var ki, emperyalizme bağımlı bu iki unsur, II. Cumhuriyetin kurulması konusunda yukarıda bahsettiğimiz gibi gelinen noktada, aynı ortaklığı sürdürememişlerdir. Bu kavganın kamuoyuna ilk yansıması MİT soruşturması olduysa da, kendini daha sonra dershanelerin kapanması, Türk Telekom Casusluk skandalı, 17 -25 Aralık operasyonları, HSYK seçimleri, MİT tırları, emniyet ve yargı içindeki tasfiyeler olarak kendini göstermiştir. Darbe teşebbüsü ise bu kavganın son halkasıdır.

Dolayısıyla, Darbe Teşebbüsü’nün önlenmesiyle söylendiği gibi Türkiye’de ne “darbe karşıtlığı” ne de “demokrasi” kazanmış oldu. Bu söylemler, AKP’nin Gülen cemaati ile birlikte yaptığı tüm işlerde kendini aklama çabası ve devam ettirmek istediği iktidarını meşrulaştırması anlamına geliyor.

AKP’nin, yaklaşık 30 senedir devlet kurumlarına yerleşmiş tüm Gülen Cemaati üyelerini tasfiye edebilmesi ve iktidarının sürdürebilirliğini sağlama alması gerekmektedir. İktidarını sürdürebilmek için ise AKP, yeni bir mutabakata/konsensüse ihtiyaç duymaktadır. AKP’nin yardımına yetişen ve yeni kurulacak ortaklaşmanın içinde yer alacağını gösteren aktörlerden biri MHP’dir. Bir diğeri ise, Taksim mitingi ile Yenikapıya davet şansını hak eden Kılıçdaroğlu’dur. Mutabakatın somutlandığı yer ise 7 Ağustos Yenikapı Mitingi’dir. HDP, AKP ile ittifaka yeşil ışık yakmış ve bu konuda açık olduklarını, anayasa yapım sürecinde yapıcı muhalefet olacaklarını belirtmişse de, Türkiye’de yeniden düzenin sağlanması noktasında şimdilik bu ittifakın dışında bırakılmıştır. Bu, elbette PKK ve Suriye meseleleri ile birlikte darbe sonrası iktidarını yeniden tesis etmek isteyen Erdoğan’ın da söylemlerinde kendini gösteren “vatan, millet, milli irade” vurgusunun İslamcılığa göre daha üst perdeden söylenmesinde de görülmektedir.

OHAL kararı ve KHK’lar

16 Temmuz’un ilk saatleriyle savcılıklar tarafından soruşturmalar başlatıldı ve Darbe teşebbüsünde bulunanlar gözaltına alınmaya başlandı. Gözaltı ve tutuklamalar devam ederken Bakanlar Kurulu 3 ay süreyle olağanüstü hal kararı alarak Resmi Gazete’de yayınladı ve 21 Temmuz günü Meclis bu kararı onaylayarak yürürlüğe girmesini sağladı. AKP, böylece darbe teşebbüsünü bertaraf etmek, kendi iktidarın devamlılığını sağlamak için bulunmaz bir fırsatı eline geçirmiş oldu.

Darbe teşebbüsünden sonra 23 Temmuz 2016 tarihi itibariyle 18.044 kişi gözaltına alınmış, 9.677 kişi tutuklanmış, 49.211 kişinin pasaportu iptal edilmişti. Türkiye’nin çeşitli noktalarında bu girişime ortak olduğu düşünülen 2.745 adli ve idari hakim hakkında gözaltı kararı alınmış, beş Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesinin üyeliği düşürülmüş, on Danıştay üyesi gözaltına alınmış, iki Anayasa Mahkemesi üyesi hakkında gözaltı kararı verilmiş, bunun yanında çeşitli rütbelerden 2.839 subay ve asker gözaltına alınmış, 3.725 asker ihraç edilmişti. Bunun yanında Gülen Cemaati’ne mali kaynak sağladığı iddiasıyla birçok şirket yöneticisi gözaltına alındı, birçoğu tutuklandı. Kamudan ihraç edilen veya mali kaynak sağladığı iddia edilen şirketlerin malvarlıklarına el konuldu.

OHAL kapsamında çıkarılan ilk KHK olan 667 sayılı KHK ile 934 özel eğitim kurumu, 109 öğrenci yurdu, 104 vakıf, 1.125 dernek, 15 üniversite,19 sendika kapatıldı, bunların malvarlıklarına el konuldu. 668 sayılı KHK ile Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı İçişleri Bakanlığı’na bağlandı, darbe teşebbüsü sebebiyle yapılan operasyonlarda görev alan ve OHAL dönemi KHK’lar çıkaran ve bu kapsamda görev alanların sorumsuzlukları düzenlendi. 669 sayılı KHK’da Harp akademisi yerine Milli Savunma Üniversitesi’nin kurulması, harp ve askeri okullarının yönetiminin Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve TSK ile Jandarma personelinden toplam 1.389 kişinin mahkumiyet kararı aranmadan bu kurumlardan çıkarılması ve bir daha kamu hizmetinde istihdam edilememesi, silah ruhsatlarının ve pilot lisanslarının iptal edilmesi düzenlendi. 670 ve 671 sayılı KHK’lar ile, 196 BİT Kurumu Başkanlığı personeli, 112 TSK mensubu, 24 Sahil Güvenlik Komutanlığı mensubu ve 2360 Emniyet Genel Müdürlüğü mensubu çıkarıldı. Bir diğer KHK ile ise 1 Eylül 2016 tarihinde 50.875 kişi kamu görevinden çıkarıldı. 673 sayılı KHK ise, bazı özel öğretim kurum ve kuruluşlarını 667 sayılı KHK kapsamından çıkardı, emekli olan eski hakim ve savcılara tekrardan göreve gelme hakkı tanıdı, kamu personelinin emeklilik onaylarını bir ay süreyle durdurdu, kamu iştiraklerinde çalışan işçilerin terör örgütleri ve milli güvenliğe karşı faaliyette bulunması durumunda işine son verileceği, bu gibi yerlere bir daha çalışamayacağı ile kamu görevinden darbe teşebbüsü sebebiyle çıkarılanların aklanması durumunda göreve iade usulünü düzenledi. 674 sayılı KHK ile de eğitim ve yargı ve milli güvenlikle ilgili birçok düzenleme getirildi, belediyelere kayyum atanmasının yolu açıldı.

Böylece KHK’lar ile hiçbir soruşturmaya gerek kalmadan” terör örgütleri ve milli güvenliğe karşı faaliyette bulunma” gibi çok muğlak nedenlere dayanılarak kamudan çıkarılmalar kolaylaşmış oldu. KHK’ların yetkisi uygulamada adeta “her şeyi yapabilme” öçüsünde genişlemiş durumda. Bu kapsamda, KHK ‘ların hiçbir hukuki temele dayanmayan, kurumların başındaki yöneticilerin verdiği listelerle, cemaat mensuplarının yanında birçok muhalif, ilerici kişinin de görevden çıkarılıp bir anlamda tüm muhaliflerin tasfiyesi ve susturulması amacıyla kullanılan bir araç haline geldiği görülüyor. Bunun en net örneğini KHK ile 8 Eylül’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “PKK bölücü terör örgütü ve uzantılarına destek verici faaliyette bulunma” nedeni gösterilerek 11.285 öğretmenin açığa alınması olduğunu söyleyebiliriz. Yine KHK kapsamında 28 belediye başkanı yerine kayyum atanması da buna başka bir örnek olarak gösterilebilir.

Ayrıca KHK’lar ve bu dönemde çıkarılan kanunlar ile Türkiye sermayesi ve uluslararası sermayeyi, ekonomik anlamda da rahatlatacak adımlar atılmaya hemen başlanmıştır. Yapılan vergi ve sigorta primi afları, yatırım teşvikleri bunlara örnektir. Bireysel emeklilik sistemine otomatik katılımı getiren ve böylece zorunlu katılımı sağlayarak devlete çok yüksek miktarda mali kaynak sağlayacak yeni düzenleme de, sermayeyi rahatlatma amacıyla yapılan bu KHK ve OHAL’de çıkarılan kanunların doğacak faturaları emekçiler üzerinden karşılayacağını bir kez daha göstermektedir. Bunun bir göstergesi de TSK’nın Fırat Kalkan Operasyonu ile Suriye’ye girmesidir. Bunun mali ve insanı yıkımını emekçi halkın fazlasıyla yaşayacağını öngörmek zor değil. Bunun yanında, el konulan malvarlıklarının toplam değerinin devlet hazinesi açısından çok önemli bir meblağ olduğunu unutmamak gerekiyor.

Böylece AKP, bir taraftan KHK’lar ile sermayeyi rahatlatırken bir taraftan da -şimdilik oluşturmak istediği konsensüsü bozmayacak ölçüde- muhalefeti susturmak için KHK’Iarı sopa olarak kullanıp içerideki otoritesini sağlamaya yönelik adımlar atmaktadır. Atılan adımların konsensüsü bozmayacak şekilde ve ölçüde olacağını ise, haksız olarak görevden çıkarılanların göreve iade edileceğinin belirtilmesinden ya da Erdoğan’ın “ata izi it izine karıştı” söyleminden çıkarmak mümkün.

Yeniden yapılanan Türkiye’de “istikrar” mümkün mü?

Darbe teşebbüsü sonrasında oluşan dengeler Türkiye’de yeni bir döneme girildiğini gösteriyor. Bu teşebbüs ile AKP’nin emperyalizmle daha uyumlu bir döneme girdiği söylenebilir. Hemen darbe teşebbüsü akabinde ABD ile kurulan ilişkiler, Erdoğan’ın Suriye’de Esad’lı bir geçiş döneminin olabileceğini belirtmesi, Cerablus operasyonu örnekler olarak karşımızda durmaktadır. Ancak bu durumun, Türkiye açısından istikrar getirmesi mümkün değildir. Çünkü emperyalizmin YPG ve Kürt hareketiyle olan ilişkileri, Türkiye’nin bu konudaki gerilimlerini arttırabilecektir, bu anlamda Türkiye’nin dış politikası gerilimlere ve krizlere gebedir.

Bunun yanında, AKP ve Erdoğan, darbe teşebbüsünden başkanlık rejiminin yolunu yapmak için sonuna kadar faydalanacaktır. Yine, yukarıda belirttiğimiz gibi, kendisine muhalif bütün kesimleri susturmak ve baskı altına almak için yeni operasyon ve yargılamaları gündeme getirecektir. Dolayısıyla, AKP’nin mutabakat arayışına muhalefetten verilen yanıtlar, toplumsal bir mutabakatın sağlanacağı anlamına asla gelmemektedir. Tüm bu ifade edilenler sebebiyle, İkinci Cumhuriyet rejimi, yeni kriz ve toplumsal tepkilere yol açacak başka dinamikler elbet yaratacaktır.

print