Nâzım Hikmet şairliği, siyasi ve özel yaşamı ile bilinen ve bunlar üzerine onlarca kitap yazılan eşsiz bir yazardır. Ancak yazarın “oyunları” söz konusu olduğunda diğer alanlarda olduğu gibi inceleme/araştırma/anı kitap ve yazılarının/çalışmalarının pek zengin olmadığını görmekteyiz. Bununla beraber birkaç oyunu dışındaki oyunları da pek sahnelenmemektedir. Bunda Türkiye’de tiyatronun ve genel anlamda sanatın geldiği yerin ve imkânsızlıklar ile engellemelerin de büyük payı bulunduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Oysa Nâzım Hikmet’in oyunlarına baktığımızda, şiirde olduğu kadar güçlü bir duygu yoğunluğu, karşıtlıklar üzerinden anlatım, toplumsalcılık ve karakter yaratma yeteneği görmekteyiz. Kendi yazınını Shakespeare, Gogol, Çehov tiyatrosunun başarı düzeyine bakarak değerlendiren Nâzım, bu nedenle üçüncü derece bir dram yazarından daha yükseklere çıkamadığını belirtse de çarpıcı toplumsal konuları işlemek için yaratıcı sanatsal teknikler kullanmış ve Meyerhold’un mirasından esinlenerek, geleneksel Türk motiflerini modern siyasete uygulamış bir yazar olarak değerlendirilmektedir.
Prof. Dr. Sevda Şener’e göre “… Sanatının itici gücü toplumsal sorumluluk duygusu olan Nâzım Hikmet’in tiyatrosunun ana özelliği gerçekçi ve ileti ağırlık olmasıdır. Nâzım konularını genellikle günlük hayattan alır, kutsal kitaplardan, masallardan, söylencelerden aldığı konuları da günlük yaşamın gerçekleri bağlamında ve yaşanmakta olan toplum sorunlarını içerecek biçimde işler. Nâzım Hikmet için tiyatro, içinde yaşadığı toplum, arasında yaşadığı insanlar hakkında söylemek zorunluluğunu duyduğu şeyleri yaşantıya çevirerek iletebileceği uygun bir alan olmuştur. Bu nedenle, konularını ve oyun kişilerini seçerken, olayları kurgularken, mesajın doğru anlaşılmasına çalışmış, metin yazımına ve sahne olanaklarına ilişkin bütün teknik olanakları bu yolda seferber etmiştir…” [1]
Nâzım Hikmet’in Tiyatrosu aslen Sovyetler Birliği kökenlidir, başka türlü söyleyecek olursak, Nâzım’ın tiyatro sevdası Sovyetler Birliği’ne gidişi ile alevlenmiştir. Nâzım toplamda 18 yıl Moskova’da yaşar, ilk kez 1921 yılında yani 19 yaşında Moskova’ya gelir ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne kayıt olur.
“Ben, Stanislavski’nin, Meyerhold’un, Vahtangof’un Tairof’un ellerinden taze çıkmış, dumanı üstünde buram buram hayat, devrim, güzellik, kahramanlık, iyilik, akıl, zekâ kokan oyunlar seyrettim. Ben 922’de MHAT’ta (9) “Ayaktakımı Arasında”yı (10), ben Meyerhold’ta “Traelkin’in Ölümü”nü (11), “Fırtına”yı (12) “Müfettiş”i (13), ben Kamerni’de “Fedra”yı (14), ben Vahtangof’ta “Turandot”u (15), seyretmiş adamım… Bütün bunları seyredersin de donmuş, hareketsiz sanat anlayışın altüst olmaz mı? Karşında birbirinden geniş ufuklar açılmaz mı? Halkın için, halklar için, insan için umutlu, aydınlık, ileriye, haklıya, doğruya, güzele, hürriyete, kardeşliğe çağıran eserler yazmak için yanıp tutuşmaz mısın? Benim de başıma aynı şey geldi.” (Nâzım Hikmet, Oyunlarım Üstüne)
Nâzım Hikmet’in İstanbul’a dönüşü ile ara verdiği tiyatro sevdası Sovyetler’e geri dönüşü ile yeni bir boyut kazanır. Tiyatroda yeni yöntemler arayışında olan Nâzım, yakın dostu ve Meyerhold’un öğrencisi Nikolay Ekk ile birlikte 1925 yılında METLA Tiyatro Arteli’ni (Moskova Lenin Birleşik Tiyatro Arteli[2]) kurar. Bir kızıl diskin üstünde uzun saplı çalı süpürgesi bulunan bir afiş ile kurulan METLA’yı kurmaktaki amaçlarının, izleyicilerinin kafasında oluşan ve çağdaş insana adeta sülük gibi yapışan devrim öncesi döneme ilişkin, toplumsal ve bireysel yaşamla bağlantılı “fetişleri” silip süpürmek olduğunu belirtirler. Dış yaşamda artık savaşı kazanmış olan proletaryanın bilincini uyandıracak pek çok sorunun sahneden sorulmasının zamanı geldiğini söylerler.[3]
Nâzım’ın kendisi de METLA için daha sonra şöyle diyecektir: “Süpürgemiz, bir yandan günlük hayatta ve insanların kafasında ve yöresindeki burjuva, küçük burjuva ve derebeylik kalıntılarının tümünü süpürecek öte yandan, bu kalıntıları bilerek bilmeyerek koruduklarını iddia ettiğimiz tiyatrolardan Moskova’yı temizleyecek.”[4]
Bir adalet hikâyesi: Yusuf ile Menofis
Şiirde olduğu kadar oyunları konusunda da çok üretken bir yazardır Nâzım. Kendi ifadesine göre 30’dan fazla oyun yazmıştır. 1938’de girdiği cezaevinde, 13 yıllık mahpus hayatında ise 5 oyun yazacaktır. Yusuf ile Menofis de Bursa Cezaevinde iken -1948 yılında- yazdığı oyunlardan biri olup, aynı zamanda “Bir Aşk Masalı” oyunu ile birlikte kendisinin en fazla gurur duyduğu oyunlarındandır.[5] Oyuna kaynak olarak Tevrat’ı seçen yazar, İsrailoğullarından Yusuf’un öyküsünü kitaplarda anlatıldığı biçime bağlı kalarak, fakat yeniden yorumlayarak anlatır.
Yusuf ile Menofis oyunu, oyuna ismini veren ve iki kutbu temsil eden Yusuf ve Menofis’in her ikisinin de mahpus olarak aynı mekânda –zindanda- bir arada olduğu sahne ile açılır. Yusuf, efendisi Potifar’ın karısı Zeliha’yı reddettiği için, onun iftirası yüzünden oradadır. Mısır’a geliş öyküsünü ise yine daha ilk sahnede dördüncü mahpusun ağzından öğreniriz. Yusuf, babasının takdirini kazanmak için kardeşlerini ihbar etmiştir; kardeşleri de onu cezalandırmışlardır. Zindanda yatan bir diğer kişi ise, oyun boyunca Yusuf’un temsil ettiği değerlere karşıt bir duruş sergileyen Menofis’tir. Karakterler arasındaki karşıtlık oyunun giriş cümlesi ile ortaya konur:
Menofis: Şuna bak. Şu Yusuf’a bak. İncir ağacının gölgesinde yan gelmiş oturuyor. Sonra insanlar onun için, Firavun’un zindanında yedi yıl yattı diyecekler.
Bunun üzerine diğer mahpuslar arasında Yusuf’un zindanda bulunduğu süre içerisinde bir mahpustan zindan müdürünün yaltakçısına dönüştüğü süreç açıklanır: Yusuf, zindanda olup bitenleri zindan müdürüne anlatarak, ispiyonculuk yaparak zindan müdürünün gözüne girmiş, bu nedenle diğer mahpusların işkence görmesine sebep olmuş, karşılığında da geceleri zindan müdürünün evinde yatmaya başlamıştır. Yusuf’un daha ilk sahnede okuyucuya verilen “mahpus arkadaşlarını satan” kişiliğine ilişkin bu bilgiler, oyunun sonunda “halkını satan Yusuf”a dönüşeceğinin de nüveleridir.
Oyun, grev hakkının da anlatıldığı bir bölüm içerir. Menofis ve diğer duvarcılar, haklarını aramak için, daha önce yapılmamış olanı yaparak ücret yerine kendilerine verilen yiyeceklerin yeterli olmaması nedeniyle yiyeceklerin artırılması için iş bırakırlar. Bu sahnede Firavun’un adaletsizliği gösterilir. Firavun’dan haklarını alamayan duvarcılar bu kez duvarı yaptıkları adamın eşi olan Zeliha’dan haklarını talep ederler. Bu sahnede Menofis’in, Zeliha’nın işlerini gören cariyeye gelip onlarla özgür bir yaşam sürmesini önerdiği bölüm de yine özgürlüğün verilmediği/alındığı üzerine tatlı bir vurguyu içerir:
Menofis: İstersen gel bizimle. Bizimle yarı aç yarı tok gezersin, ama kölelikten kurtulursun… Ha, bak, ben duvarcı Menofis, arkadaşlarım adına, seni kölelikten azat ediyorum…(Güler) Firavun olsa burada, sorardı: Duvarcıların bir köleyi azat ettikleri mukaddes yazılarda yazılmış mı, şimdiye kadar? Hayır. Yazılmamış. Bunu da biz icadettik ve icadımızdan pek memnunum doğrusu.
Menofis karakteri üzerinden doğruluğu, mücadeleyi ve adaleti anlatır Nâzım. Ona göre kulların artık kul olmadığı, korku bilmediği günler vardır ve var olacaktır. İnsanların öteki dünya için değil, bugün içinde yaşadıkları dünyayı dönüştürmek ve iyileştirmek için çabalamaları gerektiğini söyler.
İkinci Mahpus: Korkuyorum bu İbrani köleden. Köleliğini, mahpusluğunu, kulluğunu, kölelere, mahpuslara hükmetmek için kullanabiliyor, diye korkuyorum. Sonra en büyük zulmünü kendi kavminden ve kendi gibi köle olana, (Birinci mahpusu gösterir) şuna karşı yapabiliyor, diye bir kat ziyade korkuyorum ondan.
Menofis: Kulların artık kul olmadığı, korku bilmediği günler vardır.
(…)
Menofis: Ölmeden önce bu dünyada yaşadılar, kâtiplerin anlattığı öteki dünyada değil, bu dünyada; ellerinin, ayaklarının, gözlerinin altındaki dünyada yaşadılar. Bu dünyada yaşamak ne demektir, öteki dünyadaki çınar ağaçlarının altında değil, bu dünyadaki çınarların altında yaşamak ne demektir, biliyor musun?
Ölümden sonra olduğuna inanılan yaşam için bugünü yok saymak, bugün içinde yaşanılan zaman için mücadele etmemek, bugünün yaşamını dönüştürmeye, iyileştirmeye çalışmamak Nâzım’ın karşısında durduğu bir düşüncedir.
Yusuf’un yükselişi – Emperyalizm karşıtlığı – Sınıf dayanışması
Yusuf, Firavun’un rüyasını yorumlayarak yedi yıl kıtlık olacağı konusunda uyarır ve bolluk yıllarında toplanan ürünlerin 1/5’inin ambarlarda saklanmasını ve bunu başka kimseye söylememesini öğütler – bu sayede ürün tek elde toplanabilecektir- . Firavun bu “akıllı ve bilge kişiyi” bu sayede kendisinden sonraki en önemli devlet adamı ilan eder ve buğdayın kontrolünü ona verir. Yusuf’un acımasız ve bir o kadar da aciz birine dönüşmesi de bundan sonra gerçekleşir. Bolluk yıllarının ardından kıtlık yılları başlar ve açlık baş gösterir. Yusuf ambarlara biriktirdiği buğdaylar karşılığında halkın para, hayvan, mal ve neleri varsa almaktadır. Halk karşılığında verecek bir şeyleri kalmadığında yemek karşılığında kendilerini satmayı önerir. Böylelikle Yusuf, Mısır halkını Firavun’un kölelerine, kendisini de aklını satan biri haline çevirmiş olur.
Önceki bölümlerde Yusuf karakteri üzerinden bir yeniden yazma (yıkma-kurma) yapılmakta iken, üçüncü perdede kıtlık nedeniyle meydana gelen ölümleri ele alırken, o dönemi herhangi bir karakterin dilinden anlatmak yerine, ölüleri konuşturur. Metnin en çarpıcı ve şiirsel bölümlerinden biridir.
Asyalı Ölü: “Ve bütün memleketlerde kıtlık vardı.” Ne zaman? Bütün zamanlarda. Benim için bütün zamanlarda hep kıtlık vardı. Ben kaç kere, kaç kere kıtlıktan öldüm.
(…)
Afrikalı Ölü: Kıtlıktan kaçıncı ölüşümdü aklımda kalmamış, hiç unutulmaması, hep akılda kalması gereken şeyler niçin akılda kalmaz?
(…)
Avrupalı Ölü: Kaçıncı ölüşümdü, benim de aklımda kalmamış. Belki bu kadar çok, bu kadar kolay öldürülemezdik, bu kadar unutkan olmasak.
(…)
Amerikalı Ölü: Suda, suyun yüzünde portakallar ve patatesler yüzüyordu ve silahlı adamlar onları kimse almasın diye nöbet bekliyordu. Ben o suyun kıyısında portakallara ve patateslere bakarak kıtlıktan öldüm.
İşçi sınıfı unutkan olmamalıdır, birleşmelidir, sınıf kini taşımalı, kendi iktidarını kurmalıdır. Nâzım bir yandan da yazar olarak kendini var eder ve bir anda ölüler aracılığıyla kendini hatırlatır, bunu da mizahi bir üslupla yapar, nihayetinde kendi ülkesinde yasaklı bir yazardır.
Asyalı Ölü: Biz burada böyle konuşuyoruz ya, biz burada böyle konuştuğumuz için, bizi burada böyle konuşturan adama propagandacı diyecekleri aklıma geldi.
Son: Bir başlangıç
Oyunun son bölümünde Yusuf Mısır halkıyla, Zeliha’yla ve Menofis’le hesaplaşır. Nâzım genel olarak bu oyunda Tevrat’ta anlatılan hikâyeyi Marksist ideolojik bakış açısıyla yeniden yazmış, bunu yaparken edebi-dönüştürme yoluna gitmiş, sömüren-sömürülen çelişkisi çerçevesinde diyalektik materyalizme dayanan, sınıf kavgası üzerine oturulmuş yeni bir metin ortaya koymuştur.[6] Tevrat’ta yüceltilen Yusuf karakteri yerle bir edilmiş, incelikli bir şekilde değişime uğratılmıştır.
Menofis: Yusuf, sen Firavun’a babanın torunlarını da ve kendi çocuklarının çocuklarını da sattın. Sen Firavun’a sevdiklerini de sattın. Gün gelecek, onlar angarya memurlarının kırbacıyla çalışacak ve tarlada ve her çeşit işte, harçta ve kerpiçte, ağır işte hayatları acı olacak ve doğruma iskemlesi üzerinde kadınları erkek çocuk doğurursa o çocuk öldürülecek. Sen Firavun’a kendi çocuklarını, çocuklarının çocuklarını da sattın Yusuf!
(…)
Yusuf, sen de ben de binlerce yıl yaşayacağız daha. Firavun ve Rab seninle olsun, Yusuf. Hayat benimledir. (Ölür)
Yusuf: Öldü.
Halktan Bir Ses: Zannetmiyorum. Hayır.
Arkadaşı Ekk, Nâzım için şöyle der: “Onun en sevdiği fikirlerden biri şöyleydi: Halkın hayatına, kendi halk tiyatro geleneklerine, folklora kökleriyle bağlı olan her milli tiyatronun, yeni ifade olanaklarını, her halktan emekçi seyircinin anladığı, yakın ve aziz bildiği geleneksellik unsurlarıyla ustaca birleştirmeyi becerebilmelidir.[7] Nâzım’ın kendisi ise karakterlerine ilişkin şöyle der: “Bu karakterlerden ikisini seçtim. Olumsuz olan tip, kendi sınıfına ve halkına ihanet eder. Olumlu karakter ise doğrunun savaşçısıdır. Halkı sevenin ve onun mutluluğu için mücadele edenin geleceği olduğunu, hainlerin ise şüphe ve nefretten kurtulamayacağını göstermek istedim.”[8]
Nâzım, Yusuf ile Menofis’te her zaman var olacak insan karakterini çizmek istemektedir. Bugün bu metni bu denli önemli kılan da budur. Nâzım, Menofis karakteri üzerinden Yusuf’un ya da Yusuf gibilerin tekil tekil karşıya alınmasının bir anlamının bulunmadığını, Yusuf gibilerin varlığının kaynağı olan düzenin değiştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Elleriyle, kol güçleriyle, emekleri ile yaşamı var eden işçiler, tarihi yazarlar, artık bu tarihi kendi lehlerine değiştirmeleri gerekmektedir.
Menofis: Zafenat-Paneah… Bana bak, seni gebertebilirim ama ne olacak? Sen bataklık sineğisin. Ölüm sineği… Senin gibiler vardı, var olacak… Bataklığı kurutmak gerek.
[1] Sevda ŞENER, Nâzım Hikmet’in Oyun Yazarlığı, Kültür Bakanlığı Yayınları 1. Baskı Sayfa:171
[2] Moskovskaya Edinaya Teatralnaya Leninskaya Artel.
[3] Antonina Sverçevskaya, Nazım Hikmet ve Tiyatrosu, Cem Yayınevi, Birinci Basım, Kasım 2002, s.37
[4] Nazım Hikmet, “Oyunlarım Üstüne”, Yazıları, Koza Yayınları, İstanbul, 1976
[5] Sverçevskaya, a.g.e., s.72
[6] Cafer Gariper, Yasemin Küçükcoşkun, “Nazım Hikmet’in Ferhad ile Şirin ve Yusuf ile Menofis Adlı Tiyatro Eserlerinde Yeniden Yazma”, Nevin Önberk Yeni Tiyatro Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri I, 12.03.2007, Ankara
[7] Oğuz Makal, Beyazperde ve Sahnede Nazım Hikmet, Yazı-Görüntü-Ses Yayınları, 1. Basım, 2003, s.256
[8] A. Fevralski, N. Hikmet’in dramaturjisi, Oyunlar, Moskova, 1954 aktaran Sverçevskaya, a.g.e., s.111