İktisat Notları: Sermayenin 15 Temmuz’u

15 Temmuz’daki darbe teşebbüsünün öncesindeki saatlerde neler yaşandığı konusunda herkesin kendisine göre bir fikri var. Teşebbüsün başlamasını izleyen çok daha hareketli saatlerde gerçekte neler olduğu, kimlerin devreye girdiği, kimin kimle hangi pazarlıkları yaptığı konularında ise teori, tahmin, tevatür, komplo teorisi, menkıbe, adına ne derseniz; her şey bugün bile havada uçuşuyor.

Başarısızlığa uğrayan bu darbe teşebbüsünün ardından artık herkesin dilinde kendi meşrebine göre bir hikâye, elindeyse yaşanan hengâmede koparabildiği bir şeyler var. “Allah’ın büyük lütfu” olarak gördüğü o gecenin sonunda Tayyip Erdoğan giderek daha fazla başvurmak zorunda kaldığı faşizan uygulamalar için yeni bir kılıfa ve fiili yaptırım gücüne kavuştu örneğin. Uzun zamandır devletin kapısında hazır bekleyen fakat Fethullahçıların sıra dışı alan kapatma becerisi nedeniyle bir türlü umduklarını bulamayan tarikatlara da 16 Temmuz sabahıyla birlikte gün doğdu. Lümpen gericilik her yerinden palavra ve sakillik akıyor olsa da nihayet bir kuruluş efsanesine sahip olabilirken[1] bir kısım liberal de iktidarla aralarına giren soğukluğu unutmak için bir vesile çıkarabildi o geceden.

Olayların hangi aşamasında, hangi temsilciyle tam olarak neler konuşulmuştur, nelerin konuşulması dahi gerekmemiştir, ancak tahminde bulunabiliriz; fakat şurası kesin ki o geceden sermaye de eli boş dönmedi. Henüz kendisini güvenceye alıp alamadığından bile emin değilken, iktidarın KHK düzeninin nimetlerini sermayenin önüne sermekte bu kadar acele etmesinin başka bir açıklaması olabilir mi? En azından anlatıya göre her yeri habis bir örgüt tarafından habersizce sarılmış olan bir devleti çekip çevirmek durumunda olan bir iktidarın, darbe teşebbüsünün üzerinden bir ay bile geçmemişken zorunlu bireysel emeklilik düzenlemesini yapmasının, Türkiye Varlık Fonu’nu kurmasının başka nasıl bir anlamı olabilir? Peki AKP’nin, bugüne kadar utangaç hamlelerle gündeme getirip sonra hemen geriye çektiği kıdem tazminatı meselesinde somut adımlar atmak için en uygun dönemde olduğu söylenebilir mi? Tüm bunlar, AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın ellerindeki seçenekler arasından tercihte bulunmaktan çok, zorunluluk arz eden hamleleri birbiri ardına yapma telaşı içinde olduklarını düşündürüyor.

Mümkün olan her yolu kullanarak halktan, emekçilerden yerli ve yabancı sermayeye kaynak aktarmak konusundaki başarısı AKP iktidarının en önemli niteliklerinden birisi. Artık 15 yıla yaklaşan iktidarları boyunca gerek AB, ABD ve Rusya gibi güçlerin ve bunların sermayedarlarının, gerekse yerli sermayenin ilk tercihi olarak kalabilmesi bu sayede mümkün olabildi. Ne var ki bugüne kadar ite kaka sürdürülen modelin yolun sonuna geldiği gizlenemez durumda. Bu da vadedecek başka bir şeyi kalmamış olan AKP’nin elindeki tek araca, sömürüye daha fazla yüklenmesini zorunlu kılıyor. İktidarı kaybetme korkusu paranoya noktasına gelen[2] Tayyip Erdoğan, istese de ortamı yumuşatacak, eski müttefiklerinin en azından bir kısmını yeniden yanına toplamaya yarayacak göz boyama hamlelerini yapmaya bile vaktinin, imkânının olmadığının farkında. O da önündeki zorunlu hamleyi yapıyor ve elinde ideolojik olarak 15 Temmuz retoriği ve dincilik dışında hiçbir şey kalmadığını bile bile baskıda, şiddette, sömürüde vites yükseltiyor.

İşsizlik Sigortası Fonu, Kıdem Tazminatı Fonu, Türkiye Varlık Fonu

İşini kaybeden emekçilere, sınırlı bir süre için ve dünyadaki diğer örneklerle kıyaslandığında komik miktarlarda da olsa destek sağlamak amacıyla oluşturulan fonda, sermayenin iştahını kabartacak büyüklükte bir kaynak birikti. Teknik olarak hem işçiden, hem de patrondan yapılan kesintilerle oluşturulmuş olsa da fonun fiili kaynağı işçilerin geliri. Kurulduğu günden bu yana işsiz kalan emekçilere yapılan ödemeler fonda biriken toplam hacmin o kadar küçük bir kısmını oluşturuyor ki, fonun bu amaçla kurulmadığını anlatmak için başka bir argümana gerek kalmıyor. Zira fonun bugüne kadar yaptığı toplam harcama, fonun 100 milyar lirayı aşan toplam birikiminin onda biriden biraz fazla. Fakat bu, işsiz emekçilerin bugüne kadar fondan on milyar lira destek aldığı anlamına gelmiyor çünkü fonun harcamalarının yarıya yakını emekçilere yapılan ödemeler dışındaki “diğer harcamalar” kalemi altında görünüyor.

Fonun amacı dışında kullanılmasına yönelik girişimler zaman zaman gündeme geldi fakat bugüne kadar çok ciddi bir kayıp yaşanmadı ve fona yönelik saldırılar bir şekilde savuşturuldu. Ne var ki iktidarın ve ufku dar yerli sermayenin artık kaybedecek zamanı yok. Bu yüzen fonda biriken parayı ufak ufak tırtıklamak bile yeterli olmuyor ve fonun tamamını sermayeye kullandırmanın bir yolu bulunuyor: Türkiye Varlık Fonu.

Dış ticaret fazlası veren ya da petrol/doğalgaz gibi kaynaklardan yüksek gelirler elde eden ülkelerin “zor günler” için oluşturduğu varlık fonu tipi yapılar, bulundukları ülkelerin hukuk devleti kavramına aşina oldukları oranda denetlenebiliyor. Zira bu tür fonların suiistimale ve yolsuzluğa son derece açık olduğu genel kabul gören bir saptama. Prensip olarak ülkeye ait varlıkları ya da döviz girişlerini merkezi olarak yönetmek ve iktidarın kullanımına ancak yasaların imkân verdiği ölçüde müsaade etmek durumunda olan fonların fiili işleyişi ülkeden ülkeye ciddi farklılıklar gösterebiliyor. Örneğin Katar ve Cezayir dışındaki OPEC üyesi ülkeler bu tür fonlar kurduktan sonra dünya yolsuzluk endeksinde daha alt sıralara düşmüşler yani bu ülkelerde yolsuzluk algısı artış göstermiş. Bu fonların en büyüğüne sahip olan Norveç’te ise parlamento ve kamuoyu denetimi son derece etkin bir rol oynuyor ve yolsuzluk endişesi en düşük düzeyde. Hatta bu fon, yolsuzluk potansiyelinin yüksek olduğunu düşündüğü yerlerdeki yatırımlarını elinden çıkardığında, bu durum terk edilen ülke ya da kurum için ilave bir itibar kaybına neden oluyor. Türkiye Varlık Fonu (TVF) ise kuruluş yasasına göre Sayıştay denetimine dahi tabi değil. “Dahi” kelimesini kullanmamızın nedeni, Sayıştay denetimine tabi olan kurumların durumunun da kamuoyunca az çok biliniyor olması. Parlamentoda ise bu Sayıştay’ın raporlarını bile gündeme aldırtamayan bir muhalefet bulunuyor.

Dolayısıyla TVF Türkiye için şu anlamaya geliyor: Emekçilerin cebinden çalınan paralarla oluşturulan dev fonlar, halkın alın teriyle yoktan var edilen ve sermayeye devredilmesi bugüne kadar bir şekilde engellenebilmiş olan kamu varlıkları jöleli yöneticiler tarafından iktidarın ve sermayenin emrine amade edilecek. Böylelikle AKP, dış kaynak bulmanın giderek zorlaşacağı bir ortamda yandaşlarına ve yerlisiyle yabancısıyla tüm patronlara çılgın projeler üzerinden kaynak aktarmaya, belediyelerinin izansız harcamalarını finanse etmeye ve boyundan büyük işlere kalkışmaya bir süre daha devam edebilecek. Tüm bunlar için mazeret de hazır: 15 Temmuz’un ülke ekonomisine verdiği zararı telafi edip daha güçlü, daha milli bir ekonomi inşa etmek. İsterseniz itiraz edin.

Hukuk Askıda

Tüm bu saldırılar cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmayan bir hukuksuzluk eşliğinde, daha doğrusu bu hukuksuzluk sayesinde gerçekleşiyor. Cumhuriyet tarihinde ilk kez kamu çalışanı olmak özel sektörde çalışıyor olmaktan daha az iş güvencesine sahip olmak anlamına geliyor. Artık kamu çalışanlarının KHK haberlerine kulak kesildiği, KHK’ların sonuna iliştirilmiş tablolarda kendilerinin ve arkadaşlarının isimlerini aradığı bir dönemi yaşıyoruz. O tablolarda bulunan isimlerin özellikle son zamanlarda solcu, muhalif kamu emekçilerine ait olduğu herkesin malumu. Eğer o tablolardan birisinde isminiz varsa sivil ölümünüz gerçekleşmiş, kamu kesimi dışında bile olsa çalışma, herhangi bir sosyal yardım alma ve yurtdışına seyahat etme gibi haklarınız fiilen elinizden alınmış oluyor.

Öte yandan özel sektör çalışanları için de durum pek iç açıcı değil. Getirilmeye çalışılan kıdem tazminatı fonuyla özel kesimdeki çalışanların en büyük iş güvencesi ellerinden alınmış olacak. İşten çıkarılan emekçilerin çoğu zaman tazminatlarını alamadıkları gerçeğini çarpıtarak ve onların lehine bir düzenleme yapıldığı izlenimi yaratmaya çalışılarak gündeme alınan proje gerçekleşirse işten çıkarılan emekçiler gerçekten tazminatlarını alabilecekler. Tabii herhangi bir işte kıdem tazminatını hak edecek kadar uzun bir süre çalışabilirlerse. Çalışanların bildiği gibi, kıdem tazminatının asıl önemi işten çıkarıldığınızda alacak olduğunuz para değil, patronun o parayı ödemekten çekinerek sizi yok yere işten çıkarmadan önce iki kez düşünmek zorunda olmasıdır. Fonun kurulmasıyla birlikte, tüm patronlar doğrudan kendi ceplerinden çıkmayacak bir tazminatı ödeme “riskini” üstlenmiş olacaklar. Başka bir deyişle büyüğüyle küçüğüyle ülkenin tüm patronları, emekçileri istedikleri zaman işten çıkarabilmek için dev bir imece yapmış, emekçilere sınıf örgütlülüğü dersi vermiş olacaklar. Kıdem tazminatı fonu için kendilerinden kesinti yapılacakmış; ne gam! Muhtemelen bu fon da Türkiye Varlık Fonu’na, dolayısıyla patronlara emanet edileceği için sermaye bu işten bir değil, en az iki kez kârlı çıkmış olacak.

Peki Kale Boş mu?

İş güvencesinin, en temel hakların ve eskiden de emekçilere fazla bir şey vaat etmeyen hukukun bile fiilen yok edildiği bir dönemde bu olan bitene itiraz etmek beyhude mi? Acaba zaman, kafamızı aşağıda tutup bu hengâmenin başımıza bir kaza bela gelmeden dağılmasını bekleme zamanı mı? Yoksa tarih, birileri bir şey yapmadığında zalimlerin işleri daha kötü hale getirmek konusunda herkesi şaşırtacak kadar yaratıcı olduğu örneklerle mi dolu?

Eğer öyleyse ne yapmalı? Yapmak isteyene iş çok çünkü. Kılıçdaroğlu’nun korteji bugün yarın semtinize uğrar örneğin. Katılıp biraz yürüyebilir, hukuku yok edenlerden adalet talep edebilirsiniz. Ama provokasyonlara dikkat!

Bir de örgütlenmekten bahsedenler var. Şu anda kendi gölgesinden bile korkan bir iktidara ve kısa vadeli çıkarları dışında hiçbir şeyi düşünemeyen, bu iktidarla birlikte kendisini de bilinmezliğe sürükleyen bir sermaye sınıfına karşı işçi sınıfı, sınıf siyaseti diyenler…

[1] Pek çok kişi 15 Temmuz’dan bir gün önce ilgisiz bir kavgada çenesini kırdıran ama gazilik başvurusu yapıp AKP medyası tarafından “beş tankı durduran kahraman” ilan edilen ve devletin kendisine para ödediği “gazi” haberini hatırlayacaktır. Gazi maaşı için başvururken başarısız teşebbüs sonrasında sokak ortasına terk edilen tankın üzerinde çektirdiği hatıra fotoğrafının yanına darbe teşebbüsünden önce aldığı raporu iliştiren cengâver demokrasi savunucusu ve daha kim bilir nicelerinin hikâyesi var 15 Temmuz destanının içinde.

[2] İktidar kanadının kendisini ne denli ağır bir tehdit altında hissettiğini örneklemesi açısından referandum sonrasındaki cılız sokak gösterilerine karşı hükümetten ve yandaş medyadan savurulan tehditleri hatırlayabiliriz. İşlerini geri alma talebiyle açık grevine başlayan iki eğitim emekçisinde bile “yeni bir gezi kalkışması başlatma” tehdidi gören, kendisini daha zor duruma düşüreceğini bile bile izansız şiddete ve hukuk dışı tutuklamalara, gözaltılara başvuran bir iktidarla karşı karşıyayız.

print