Geçenlerde bir televizyon programcısının, sosyal medyada kendisine edilen küfürlere karşı açtığı davalarla köşeyi döndüğü haberini gördüm. Son derece zekice tabii. Bir insanın kendine küfrettirmesi bana göre zaten başarıdır, bunu kazanca çevirmesi de dahiyane bir fikirdir benim nezdimde.
Tabii bahsettiğim bu benim “nezdim”, daha önce benzer bir durumla karşı karşıya kaldı. Zamanının önemli bürokratlarından biri hakkında, bir internet sitesinde kişisel bir değerlendirmede bulunmuştum. Yumuşak bir tabirle “kişisel bir değerlendirme” diyorum ama hakikaten de öyleydi, yani ortada bir hakaret yoktu. Zamanın önemli bürokratlarından olan, şimdi, hatta o dönem gözden düşen “büyüğümüz”, avukatlarına, yani meslektaşlarıma talimat vermişti. Sosyal medyada kendisini rahatsız eden herkese karşı şikâyette bulunulacaktı.
Ofisime polisler geldi, o zaman şehir dışındaydım, kâğıt bırakmış gitmişler. Hakkımda soruşturma açıldığı bilgisini iletmeye gelmişler, ifadeye çağırıyorlarmış beni. Şehre döner dönmez karakola uğradım, dosya bilgilerini öğrendim. Büyüğümüz bir başka şehirde ikamet ettiğinden, orada yürütülüyordu soruşturma, benim de ifadem talimatla alınacaktı. İstanbul Anadolu Adliyesi’nin talimat dosyasına dilekçe yazarak, bizzat o şehre gidip dosyanın savcısına ifade vereceğimi bildirdim. Bir yandan savunma dilekçemi de hazırladım, bol emsal kararlı ve taraflı tarafsız herkesin, okuduktan sonra kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vereceği bir dilekçeydi bu.
İfade için işlerimi ayarladım ve gün belirledim. Bir yandan da o şehirde tanıdık bir meslektaşa dosyanın akıbetini sordum. Talimat dosyasına yazdığım dilekçemden birkaç gün sonra bana, “Savcı sizin hakkınızda iddianame düzenlemiş Hüsnü Bey” dedi. Ben de “Nasıl olur, dilekçeyi daha yeni yazdım, haftaya gelip ifade verecektim” dedikten hemen sonra şehrin yolunu tuttum. Meslektaştan aldığım bilgi, iddianame tanzim edilmekle birlikte henüz Başsavcılık tarafından görülmediği ve onaylanmadığı yönündeydi.
Şehre varır varmaz, iddianameden habersizmişim gibi savcının odasını yolunu tuttum, “Efendim bendeniz avukatım, bir dosyanızda şüpheliyim, ifade vermeye geldim” dedim. “Tamam avukat bey, dosyanızı getirteyim, alalım ifadenizi” dedi savcı. Dosya gelir gelmez savcının yüzü değişti, “İyi de ben iddianame yazmışım buna” dedi. Ben de “Olur mu efendim, ben size dilekçe vermiştim, geleceğim en kısa zamanda diye” dedim. “Ben sizin avukat olduğunuzu anlamamış, bizi sallıyor diye düşünmüştüm, ondan sizi beklemeyip hazırlamıştım iddianameyi” dedi. Şöyle bir iddianameye baktı, “İddianamede sizin aleyhinize emsal karara da yer vermişim bakın, en iyisi iddianameyi ben böyle vereyim, mahkemede savunursunuz kendinizi artık” dedi. Emsal denilen karara baktım, benim savunma dilekçemin ekindeki lehe kararlardan biri. “Savcım bu karar lehime, söylediğim sözün hakaret suçunu oluşturmadığı yazıyor kararda” dedim. Baktı savcı karara, “Haa evet lehinizeymiş, (bir süre sessizlik) haa tamam, her ne kadar karar lehinize olsa da, mahkeme de bir değerlendirsin demişim iddianamede” dedi. Yani iddianamesinde, her ne kadar suç olmasa da, mahkeme de bir baksın demiş savcım.
“Savcım en azından ifademi alın, eksiklik olmasın, sonra iddianame iade edilmesin, çok güzel iddianamem olsun, şanıma yakışsın, yoksa ne biçim iddianame ile yargılanıyor demesinler” dedim. “Durun avukat bey, zaten onaylanmadı henüz iddianame, ifadenizi alayım, takipsizlik de verebilirim” dedi. Sanki suçluymuşum veya hakkımda iddianame için gerekli yeterli şüphe varmış da, savunmamla durum değişecek ve masum olduğum anlaşılacakmış gibi. Halbuki masumiyetimi iddianame de belirtiyordu ve “daha da” masum olduğum, öyle böyle masum olmadığım anlaşılırsa takipsizlik verecekti herhalde savcım.
İfadem çok kısa sürdü, sonrasında neredeyse iki saat oturduk savcıyla. Yargının durumundan, hâkimlerin, savcıların sıkıntılarından, bir hâkim ve savcının nasıl olması gerektiğinden bahsetti savcım bana. Ben de hepsine hak verdim. Teoride hepsi de doğru şeylerdi. Ayrıca savcım, laf aramızda, soruşturma konusu kişisel değerlendirmeme de katıldığını ifade etti. Tokalaştık, adliyeden ayrılarak şehrime dönmek üzere yola koyuldum. Bana iddianameyi haber veren meslektaşım soruşturma dosyamın akıbetini takip edecekti.
Haber birkaç gün içinde geldi, hakkımda kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmişti. Gerekçelerden biri, onaylanmayan iddianamenin de gerekçesi olan o emsal Yargıtay kararıydı.
Büyüğümüzün avukatı karara itiraz etti, itirazı reddedildi. Hakaret suçunu işlemediğim, hatta iddianame tanzimi için gerekli yeterli şüphenin dahi bulunmadığı artık netleşmişti.
Sonra savcının söyledikleri aklıma düştü. O savcı, eğer o şehre bir gün sonra gitseydim, “haklı olduğumu bilmesine rağmen” bana kamu davası açan savcı olacaktı. Mahkemede savunmam alınacak, celseler celseleri, istinaflar istinafları, yıllar yılları kovalayacaktı. Odasına erken vardığım için savcı; hakkımda takipsizlik veren, soruşturmasını erkenden şüpheli lehine sonlandıran, şüpheli haklarına ve ifade özgürlüğüne önem veren savcı oldu. Tabii bunda avukat olmamın da etkisi büyüktür.
Ne diyelim, yaşasın şüpheli ve sanık hakları!