Bu yazı yazılırken 19.03.2016 tarihinde Beyoğlu’nda gerçekleşen terör saldırı sonucu ağır yaralanan 2 yaşındaki Asya yaşam mücadelesi veriyordu. Ortadoğu’nun karanlık gölgesinin düştüğü Türkiye’de çocuk ölümlerinin önüne geçilemiyor. 2015 yılında sadece haberlere yansıyan -ve maalesef isimlerine ölümleri nedeniyle aşina olduğumuz- çocuklardan bazıları: 15 yaşındaki Barış Dalmış, 14 yaşındaki Ümit Kurt, 12 yaşındaki Nihat Kazanhan, 16 yaşındaki Adem İrtegün, 10 yaşındaki Emin Yanaş, 7 yaşındaki Baran Çağlı. Bu isimlerin yanına her yeni gün Emin Yanaş, Baran Çağlı gibi yenilerinin yazılmaması için neler yapılabilir? Ya da çocukların yaşama hakkının açıkça korunamadığı göz önündeyken bu ihlalin aşikarlığı, hukuk önüne daha fazla nasıl taşınabilir?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan her devlet, yaşama hakkı açısından öncelikle negatif sorumluluğa sahiptir. Bu sorumluluk gereği devletler ilk olarak, yaşama son vermekten kaçınma yükümlülüğüne tabi tutulmuşlardır. Devletler, egemenlikleri altında bulundukları kişilerin hayatlarını korumak ve hukuka aykırı sonlandırmamak zorundadırlar.1 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhine, son on yıl içerisinde, çocukların yaşam hakkının ihlaline dair verdiği en ayrıntılı karar, hiç kuşkusuz 21 Kasım 2004’te Mardin’de 13 kurşunla vurularak hayatını kaybeden 12 yaşındaki Uğur Kaymaz kararıdır. Karar, çocukların yaşama hakkının ihlaline göz yumulduğunu gösteren diğer davalara da emsal olma niteliği taşır. Ancak, Türkiye Devleti’nin davadaki mahkumiyeti çocukların yaşama haklarının ihlal edilmesinin önüne geçilmesine neden olamamıştır. Kafalarına gaz kapsülü isabet etmesiyle hayatını kaybeden Mahsun Mızrak ve Berkin Elvan örnekleri de çocuğun üstün yararının gözetilmediğinin, gaz fişeği kullanımının usulüne uygun yapılmadığının ve nihayet çocukların yaşama haklarının pervasızca ihlal edildiğinin başlıca göstergeleridir.2 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 25 Şubat 2014’te verdiği Uğur Kaymaz kararında neredeyse bugünleri görmüş ve hukuken yapılması gerekenleri sıralarken en çok yaşama hakkının ihlalinin sabit olduğu durumlarda davaya ilişkin yürütülen hukuki süreçlere dikkat çekmiştir. Demokratik toplum düzenlerinde olması gereken, güç kullanımı nedeniyle devletlerin yaşama hakkını ihlal etmemeleridir. Yaşama hakkının ihlal edildiği her durumda ise devletin ilk yükümlülüğü resmi ve etkin bir soruşturma yürütmektir. Bu etkin soruşturmanın her bir hukuki aşaması devlet tarafından takip edilmelidir. Fakat Türkiye aleyhine sonuçlanmış birçok örnek karar ve uygulama bizlere çocuk ölümlerinde etkin ve resmi bir soruşturmanın ya da kovuşturmanın yürütülemediğini göstermektedir.
Adil yargılama gereği, yaşama hakkı ihlal edilenlerin ailelerinin, yargılama sürecini yalnız değil, devlet desteğiyle yürütmeleri gerekir. Türkiye’nin sayısız mahkumiyet almasının nedeni, faili devlet olan davalarda cezasızlık durumunun süreğen hale gelmesidir. Bu tür davalarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararından sonra, adil yargılama ilkesine aykırı olmasına rağmen Devlet’in yargılamanın yenilenmesi müessesini işletmemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulamasının sadece tazminat olarak görülmesi hukuk devletinin kerhen, kağıt üzerinde kalmasına neden olmaktadır. Oysa sadece “çocukların çocuk olmaları” nedeniyle çocukların üstün yararının, veli ya da vasilerinden öte devlet tarafından takip edilmesi gerekmektedir. Anayasamızda öngörülenin aksine uygulamada, hukuk devletinin karşılığının olmaması gibi sosyal devletin karşılığı da bulunmamaktadır. Söz konusu durumun çocuk istismarı davalarında da örnekleri ne acıdır ki sıkça görülmektedir. Çocuk istismarı davalarında kimsesiz çocukların, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun – yeni adıyla Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün – vekillerinin az ya da ilgisiz dava takibine maruz kaldıkları bir gerçektir. Bunun yanı sıra çocukların taraf olduğu her davada baroların adli yardımlarından ya da CMK birimlerinden atanan müdafiilerin, çocukların duruşmalarını isterse takip ettikleri ya da hiç etmedikleri gözlemlenmektedir. İstismar davalarında, ceza ve adli ve cezai her türlü kovuşturmada çocukların kimsesizliği böyleyken, yaşama hakkı ihlallerinde de davaların takibi sadece ailelere ve gönüllü avukatlara kalmaktadır. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Adil Yargılanmaya ilişkin 6. maddesinin 3. fıkrası, müdafiin yardımından yararlanma hakkını düzenlemektedir. İmzacı devletler taraf olmanın verdiği yükümlülük gereği buna uymak zorunluluğundadırlar. Müdafii olmaksızın yürütülen yargılamalar, avukatın dikkatinden yoksun ifadeler, hem suçtan zarar gören hem de suça sürüklenen çocukları hukuki garabetlerle karşı karşıya bırakmaktadır.
Sosyal devletin ancak Kara Avrupasında yerleştiği günümüzde; az gelişmiş, kapitalist hukuk sistemlerinde, parasız hukuk hizmeti almanın olanaksızlığı bir gerçektir. Kapitalizmin her alanda söz sahibi olduğu, burjuva hak temelli hukuk sistemlerinin ezilen tarafı, her zaman kendini hakkını koruyacak hukuki yardımı alamayanlardır. Hem çocuğun cinsel istismarı hem de yaşam hakkı ihlallerinde olan, aslında en kaba haliyle budur. Uğur Kaymaz Davasında AİHM’in tarafsız yargılamanın altını çizmesine rağmen halâ benzer ihlaller tekrar ortaya çıkmaktadır. Halbuki karar açıkça:
Mahkeme, Sözleşme’nin 2. maddesi ile öngörülen yaşam hakkının korunması yükümlülüğünün, 1. madde uyarınca “kendi yetki alanı içinde MAKBULE KAYMAZ VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE KARARI bulunan herkese Sözleşme’nin (…) de açıklanan hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlarlar” şeklinde Devlete düşen genel yükümlülükle birlikte, güç kullanımının bir insanın ölümüne sebep olması halinde resmi ve etkin bir soruşturma yürütülmesi anlamına geldiğini ve bunu şart koştuğunu hatırlatmaktadır (bk. mutatis mutandis McCann ve diğerleri, yukarıda anılan, p. 161 ve Kaya / Türkiye, 19 Şubat 1998, p. 105, Özet 1998-I). Fail oldukları iddia edilenler ister devlet görevlileri isterse üçüncü kişiler olsun, güç kullanımının bir insanın ölümüyle sonuçlandığı her durumda benzeri bir soruşturma yürütülmelidir (Tahsin Acar / Türkiye [BD], No. 26307/95, p. 220, AİHM 2004-III). Yürütülen soruşturmalar özellikle kapsamlı, tarafsız ve dikkatli olmalıdır.(Yelden ve diğerleri / Türkiye, No. 16850/09, p. 71, 3 Mayıs 2012).3
diyerek soruşturmaların kapsamlı, tarafsız ve dikkatli yürütülmesi gerektiğini söylemiştir. Bu kararın aksine, Türkiye yargısı, Gezi süreci sonrası da örneklerine çokça tanık olduğumuz, duruşmaların kendi mahkemesinde değil de, ailelerin, yakınlarının ve takipçilerinin ulaşamayacağı illerde görülmesi;4 savcı5 ve/veya hakimle-
rin6 değişmesi gibi tarafsızlıkla bağdaşmayan kararlara imza atmaktadır. Bu kararın aksine, Türkiye yargısı her geçen gün, çocukların haklarını ihlal eden, hukuk güvenliğiyle uyuşmayan; kapsamlı, tarafsız ve dikkatli olmaktan son derece uzak olan kovuşturmalar yumağının içine sürüklenmektedir. Ancak, bu konuya ilişkin AİHM kararlarının iç hukukta kağıt üzerinde karşılığının bulunduğunu gösteren, Anayasa Mahkemesi’nin güncel kararları bulunmaktadır. 16.12.2015 tarihli Yavuz Durmuş ve Diğerleri ve 23.01.2014 tarihli Sadık Koçak ve Diğerleri kararlarında, Anayasanın Kişinin Dokunulmazlığı, Maddi ve Manevi Varlığına ilişkin 17. maddesi gereği yaşam hakkının aynı zamanda devlete pozitif yükümlülükler yüklediğinin, bunun usuli boyutunda ise devletin yaşanan ölüm olayının tüm yönlerinin ortaya konmasında ve sorumlu kişilerin bulunmasında etkili bir soruşturma yürütmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. Ancak uygulamada bugün, çocukların yaşama haklarının ihlallerinde açıkça gördüğümüz gibi etkili soruşturmalar yürütülmemektedir. Bu da AİHS ve ek protokollerinin iç hukukta sadece karar üzerinde uygulandığını, uygulamada ise karşılığının bulunmadığını göstermektedir.
Görüldüğü gibi bu cezasızlık hali hem çocukların hem de yetişkinlerin yaşama hakkını bir bütün olarak kavrayan geniş bir etki alanı oluşturmaktadır. Berkin Elvan davasında kamera kayıtlarının uzun süre bulunamaması, Ali İsmail Korkmaz’ın hayatını kaybetmesine neden olan dayak görüntülerinin tesadüfen ortaya çıkması aslında hukuk devletinin şeffaflık, delile ulaşma, silahların eşitliği gibi en basit düzeyde olması gereken ilkelerinin bile yok sayıldığını açığa çıkarmaktadır.
Kendi avukatını tutabilecek, davanın görüldüğü şehre gidebilecek, hakimin ve savcının değişmesini engelleyebilecekler için adalete ulaşmak mümkün görünebilir. Aslında bu sadece adalete ilişkin değildir. Kapitalizmin her alanda olduğu gibi bu coğrafyada da çocuğa verdiği önem budur. Türkiye’de çocukların en az adalet kadar eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlarına ulaşması da onların ailelerinin sahip olduğu ekonomik gelir ve yaşadığı bölgeye bağlıdır.7
Çocukların maruz kaldığı hukuksuzluklar ve cezasızlık halleri bu denli aşikarken, diğer bir yandan da Diyarbakır Çınar’da beş aylık, 1 yaşında ve 5 yaşında üç çocuğun PKK tarafından öldürülmesi olayında olduğu gibi, devletin silahlı çatışmanın bir tarafı olduğu kabul edilerek polis çocuklarının öldürülmesi,8 çocukların bulunduğu lojmanların hedef alınması kabul edilemez başka bir noktadır. Güç odaklarının çocukları hedef alması, çocukların savunmasızlığını kullanması ya da çocuk adaletine giden yolların kapatılmasının meşrulaştırılması Türkiye’de çocukların çocuk gibi yaşamalarının önüne geçmektedir.
Hayatlarını kaybeden çocukların yanı sıra süregelen çatışma ortamlarında çocukların doğrudan silahlı çatışmalarda taraf olmaları ya da silah altına alınmaları da engellenmelidir. Zaten Çocuk Haklarına Dair Sözleşme Ek Protokol’ün 4. maddesi gereği devletin sorumluluğunun yanı sıra, silahlı örgütlere de çocukları silah altına almama, örgüte kabul etmeme yükümlülüğü devletlere getirilmiştir.9
Sonuç Yerine
Hukuk Devleti’nin olmazsa olmazı, gittikçe sıradan hale getirilen çocuk ölümlerinin durdurulması ve konuya ilişkin etkin bir soruşturmanın başlatılmasıdır. Bu nedenle ilerleyen süreçte izlenecek yol güç kullanımı sonucunda hayatını kaybeden çocukların dava aşamalarında, güç kullanımı gerekçelerinin en ince detaylarıyla araştırılması, soruşturmanın bağımsız bir biçimde yürütülmesi, tüm delillerin toplanması, ölüm olaylarında hayatını kaybedenlerin yakınlarının soruşturma ve dava aşamalarında hukuki süreçlere katılımının sağlanması ve soruşturmanın makul bir süre içinde sonlandırılmasıdır.10 Çocukların öldürüldüğü bir ülkede adalet duygusunun yoksunluğu her geçen gün daha fazla kendini göstermektedir. Biz hukukçuların bu noktada yapması gereken ise, çocuk ölümlerinin olmadığı bir toplumsal yaşamın inşasına katılmak ve güç kullanımı sonucu hayatını kaybeden çocukların hukuk mücadelelerini sürdürmek olmalıdır.