Zor’dan Rıza’ya, Laisizmin Dincilikle İmtihanı…

Bir kavramı tanımlamaya girişmeden önce, yöntemsel olarak, üzerine yükseldiği iktisadi–siyasi temeli değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda, sözün başında ve özetle söyleyelim. Karşılığı ödenmemiş artı emeğin ekonomi dışı yollarla üreticiden alınması, dinsel unsurları da içeren zor mekanizmaları ile gerçekleşir. Kapitalistleşme sürecinde, içinde din adamlarının da bulunduğu iktidar blokuna karşı yürütülen sınıf mücadelesi, dinin zor mekanizmaları içinden çıkarılması ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda laisizm, sınıflar mücadelesinin bir sonucudur.

Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde, üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlayan zorun bir parçası olan dinin bu konumunu yitirmesi, kapitalizm ve sonrası üretim biçimleri için bu sürecin kendiliğinden yürümesi anlamına gelir mi? Yaşadığımız dünya, böyle olmadığına açık örnek. 21 inci yüzyılda yönetenler ve sermaye sınıfı, din olgusunu ağzından düşürmüyor. Böylece emek ve sermaye arasındaki antogonizma, çeldiricilerle yumuşatılıyor ve sömürüye rıza geliştiriliyor.

Düşünün ki, bir küçük penceresi dahi olmayan kapalı kasa pikaplarla “taşınan” kadın işçiler, önce fabrika bahçesini ardından bu çelik zindanı dolduran sel suları içinde boğulduklarında, dönemin palazlandırdığı dinci patron, analarını kaybeden küçücük çocukların da bulunduğu cenaze töreninde kadere sitem etme cesaretini bulabiliyor.

Bu saptama, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak basitçe ifade edilen liberal laiklik tanımının yalnızca yetersizliğini değil, ideolojik özünü de ortaya koyuyor. Bunun deşifrasyonu ve anti tezinin geliştirilmesi gerekiyor.

O halde söyleyelim: Laiklik dini insan vicdanına bırakan, dinin iktisadi, siyasi ve toplumsal etkilerini azaltmayı ve ortadan kaldırmayı amaçlayan siyasi, ideolojik ve doğal olarak sınıfsal bir mücadele aracı olmalıdır. Bu bağlamda, geçmişte zor’un, bugünse rıza’nın yeniden üretilmesindeki rolüyle dincilik, sömürünün gizlenmesindeki en önemli araçlardandır; karşı mücadelenin, ikincisine ilişkin post modern tüm mekanizmaları da hedefe koyarak yürütülmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda, kapitalist üretim biçiminin üretici güçler – üretim ilişkileri sarmalında üretim araçlarına sahiplik ve sömürü sorununa odaklanmayan, zor ve rıza toplamından oluşan kapitalist devlet, meşruiyet, hukuk ve yönetici sınıf çözümlemesini dert etmeyen bir laiklik zemini, ayakları yere basmayan içeriğiyle kaybetmeye mahkûmdur, kaybederken de sömürünün derinleşmesine hizmet eder.

Bu noktada, Türkiye’nin laisizmle imtihanı konusuna bir giriş yapılabilir.Tarihsel zincirin süreklilik ve kopuş ilişkisi içinde değerlendirilmesi, analize ferahlık sağlar. Bu bağlamda, 1923 yılının Osmanlı’dan siyaseten bir kopuş, iktisaden süreklilik sarmalında (ikincisi için 1930’ların beklenmesi gerekecektir) nitelendirilmesine yönelik bir çoğunluk görüşü vardır. Buna karşın, Cumhuriyet’in aydınlanma alanında yaptıklarının, Osmanlı’da Tanzimat’la birlikte atılan adımların bir devamı olduğu savının taraftarları da az değildir.

Hemen söylemek gerekir ki, saltanatın ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, tekke ve zaviyelerin kapatılarak eğitimin tekleştirilmesi, harf devrimi, Medeni Kanun’un kabulü, kadının toplumsal ve siyasal yaşama katılımının desteklenmesi, laiklik ilkesinin Anayasal güvenceye kavuşturulması “koşulların olgunlaşmasıyla” veya “toplumsal taleple” açıklanamayacak bir sıçramayı temsil eder. Bu bağlamda sözü edilen koşullar, toplum ve Birinci Meclis’in sınıfsal yapısı birlikte değerlendirildiğinde, normal doğumun, Osmanlı’yı izleyen bir Anayasal Monarşiyi meydana getireceğini söylemek, tarihsel akışla uyumludur. Bir kez daha belirtelim ki, ortaya çıkan uyum değil, birikenden yararlanan ancak akışı bozan bir sıçramadır.

Bu üst yapı devrimlerinin mülkiyet ilişkileri de dahil olmak üzere bir yeni kültüre dönüştürülmesi için, Köy Enstitüleri ve toprak reformu devreye sokulmak istendi. Ancak CHP içinde toprak, ticaret, finans kapital sınıf ve fraksiyonlarının temsilcileri “tehlikeyi” görmekte gecikmediler. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan iki kutuplu dünyada Amerika öncülüğündeki kapitalist kampa katılan Türkiye, komünizme karşı oluşturulan yeşil kuşak projesinin ileri karakolu konumuna sokuldu, IMF-DB-NATO üyesi oldu. Bu kez dincilik ve gericilik sıçramalarla ilerlerken, CHP bu alanda DP ile yarışa girişti. Sol aydınlanma çizgisini temsil eden simgelerin (gazeteci, şair, yazar, üniversite öğretim üyesi) ülkeden kovulduğu, hapse atıldığı dönemde, köy enstitüleri kapatıldı, toprak reformu toprak ağalarına hizmet eder biçime dönüştürüldü.

Yazı içinde İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ayrılan bölüm, Türkiye’deki laiklik sürecinin kronolojisine yönelmek kaygısını taşımıyor. Yazıldı, çünkü altı çizilen dönem, Türkiye’nin bugünü anlamayı kolaylaştıran izler taşımaktadır. 1960’lı yıllarda camiden çıkan MTTB üyelerinin İstanbul’a demir atmış Amerikan filosunu protesto edenlere saldırması ile bugünkü dinci – faşist yapının ideolojik özü aynıdır. Yaptıkları hizmetlerin karşılığında Menderes’in özel kaleminde örtülü ödenek parası bekleyen Necip Fazıl adına günümüzde Edebiyat Ödül törenleri düzenlenmesini anlamak için, dinci-faşist devletin temellerini yazdığı İdeolocya Örgüsü kitabına bakmak yeterlidir. Süreklilik ilişkisi buralarda arandığında anlamlı olmaktadır.

Bu çerçevede, din olgusunun kamusal alandan özel alana çekilmesini sağlayan, insanın özgürleşmesi yolunda atılmış önemli bir adım olan aydınlanmanın geliştirilmesi, toplumsal dokuda üreyen ve bireysel gibi görünen gericileşme ve dincileşmenin, iktisadi ve siyasi yapıyı etkisi altına alması ile mücadele edilmesi zorunludur.

Devlet kapitalizminin klientist devlet yapısından beslenirken “ortanca eşten” söz edenler, Medeni Kanun’un çoktan uygulamadan kalktığının farkındadırlar. Hukuken yasaklı olan tarikatlardan hangisinin hangi Bakanlığı egemenliği altına aldığının listeleri gazetelerde yayımlanmaktadır. Bilimsel şüphecilik/sorgulama temeli ortadan kalkan eğitim yapısında, kader ve itaat üzerine şekillendirilen çocuk kişiliği veri iken, dinci vakıflarda gece yarıları küçük bedenlere yönelen alçaklığın münferit olamayacağı görgül örneklerle desteklenme ihtiyacı duymaz, kuram bu alanda açıklayıcıdır. Zaman, kavramları liberal, klasik, ana akım tutsaklığından kurtarıp ayaklarını yere bastırmak zamanıdır. Doğru tanımlandıklarında, kavramlar, mücadelenin yönünü de göstermektedirler.

print