“Bir bira içti ve vurup gitti kapıyı ardından
Yürüdü, geçti, kuru otlar
Yapraklar yakılan bir caddeyi
Peki,o ölen kimdi?” Edip Cansever, Cin.
Şöyle başlayalım: Geçtiğimiz günlerde iki çeviri kitap yayınlandı. İlkinin yolunu uzun zamandır gözlüyorduk: Hans Kelsen, Saf Hukuk Kuramı (Çev. Ertuğrul Uzun, Melike Belkıs Aydın, Nora Yay.), İkincisi ise 1970’lerde basılmış, daha sonra bir kez de Çağdaş Hukukçular Derneği tarafından yayınlanmış olan Devlet ve Hukuk’un yeni basısı (Marx ve Engels’ten derleyen ve çeviren Rona Serozan, Ayrıntı Yay.). Haber değeri bir yana, bu iki kitabın ülkemizde hukuk aklını yitirdiği anda yayınlanmış olmasında tuhaf bir simgesellik saptanabilir.
2000’lerin başından, İkiz Kuleler olayından itibaren bildiğimiz burjuva hukuk devleti sınırları epeyce gevşemiş ve “hukuk aklının yitimi” denilebilecek bir süreç başlamıştı. Olağanüstülüğün olağanlaştığı bugünlerde ise uzlaşılmaya çalışılan “öteki” artık düşman savaşçı, “rölativist” insan hakları yaklaşımı ise “çıplak hayat” ta birlikteliğe dönüştü. Öyle ki, bugünümüzü niteleyecek bir kavram bile icat edildi: “hakikat sonrası” (post–truth). Türkiye’ye dönüldüğünde, siyasi iktidarın tasarrufları neticesinde erozyona uğramış bir zemin olarak hukuk sisteminin çatısının çökmekte olduğunu iddia etmek herhalde çok abartı sayılmaz. Kemal Gözler’in geçtiğimiz ay, Anayasa değişikliğine dair yazdıkları, tek başına durumumuzu özetler niteliktedir1.
Bizi buraya getiren sürecin ise bir anayasasızlaşma süreci olduğuna ise üç yıl öncesinden işaret edilmişti2.
Ama şimdi biraz duraklamak gerek.
Hukuka ilişkin bu saptamalar, Marksist bir perspektiften okunduğunda aslında hiç de hukuka ilişkin değildir: “Toplum, yasaya dayanmaz.3” İçinden geçtiğimiz “ideolojik tutulma” nın kapitalizmin kriz eşiğinde başladığını unutmamak gerekir. Hukukçular, geçen sayıda Ceren Akçabay’ın işaret ettiği4 bilinç durumu nedeniyle hukuk içi, sonunda Anayasa’ya bağlanan analizler yapmaya devam ediyorlar. Bunlar elbette hukukçunun iç gündemi açısından önemlidir ama unutmayalım ki tutulan yalnızca hukuk aklı değildir. Dinsel radikalizmin tırmanışı, toplumda iş ahlakının azalıp kör rekabetin artması, eğitimdeki yozlaşma, sanat üretiminin toplumsallaşmasının azalması..vb. hep aynı sendromun sonuçlarıdır. Gramscici anlamıyla hegemonya, bütün ilinekleriyle toplumu tutan bir hastalık üretmiştir. Çok derin bir entelektüel gezinti de şart değil, durumu ayrımsamak için metrobüs hattını bir sefer kullanmanız yeter.
Yazının bu ilk bölümü durum tespitine ayrıldığından, “karşı hegemonya” saptamaları başka bir yazıyı beklemek zorunda. Ve zaten bir de Kelsen’e verilecek selamımız var. Eğer Kelsen, hukuku sadece hukukla açıklama çabasıyla- bir tür Wittgensteinvari zihin temizliğinden, yani belki de şiirden söz ediyoruz- yahut ders kitaplarındaki hiyerarşi şemasıyla hukuk bilincimizin en büyük belirleyicisi ise teşhisi onun dilinden koymak, hukukçu zihnine ulaşmakta da fayda sağlayacaktır. Ve hayır, bunlar “Kimseler anlamadı Kelsen’i, benim anladığım kadar ” makamından söylenmiyor, praxis’in tam göbeğinden söz ediliyor.
Kelsen, normları ancak normların doğurabileceğini öne sürüyordu. Bu iddia Humecu ‘olan- olması gereken’ mantıksal ayrımının doğal sonucuydu. Küçük bir örnekle açıklamak gerekirse eğer YÖK, üniversitelere kampüslerde içki içilmemesine ilişkin bir yazı yollarsa bu, Kelsen’in şemasına göre, YÖK Kanunu’nda ona bunu yetkiyi veren hüküm sayesinde geçerlilik taşır. YÖK’ün söz konusu yetkiyi sağlayan eylemleri, onu kuran siyasi irade veya Başkanı ise olgusal dünyaya dahil, yani konu dışıdır. Fakat tüm normlar, geçerliliklerini hiyerarşide kendilerinin üzerindeki normlardan alırsa, nihai teolojik soruya benzer (“Peki onu kim yarattı?”) bir soru kaçınılmaz hale gelecektir. Kelsen, bir sistem kurucusu olarak elbette, bu soruyu yanıtsız bırakmaz.
Norm ancak normdan türeyecekse, “ilk anayasayı kuran norm ne olmalıdır?” sorusuna cevaben Kelsen hipotetik bir normdan söz eder: Grundnorm. Oraya buraya çekilerek içeriklendirilme çabalarına karşılık, kast edilen bir matematiksel aksiyom, mantıksal bir hipotez, kapalı bir sistemin ön gereksinimidir. Temel norm varsayımı, sistemin hukuk sistemi olduğunu kabul ediyorsak elde olan ilk normdur. Peki, biz sisteme neden uyarız sorusunun cevabı, sistemin bir sistem olduğu kabulünde gizlidir.
Buradan devam edelim. Türkiye’de işler bir hukuk sistemi olmadığını, devletin bütün kurumlarıyla bir hukuksuzluğa boğulduğunu biliyoruz. Üstelik bir de artık tanınmayan bir Anayasa var. Şöyle sorulabilir: Eğer Anayasa tahrip olduysa Türkiye’deki hukuk sisteminin geçerliliği ne alemdedir? Normlar hiyerarşisinin tamamıyla birlikte sistemin sistem olduğuna ilişkin kurucu davranış da tahrip olmuş olabilir mi? Başka bir ifadeyle acaba çöken, Anayasa’nın da zemini, yani Grundnorm olabilir mi?
Kaba bir cevap verecek olursak, – şık da duracaktır – Türkiye’de asıl grundnorm tahrip olmuştur denebilir. Fakat dikkatli olmak gerekir, biraz daha derinlikli bir Kelsen okuması, aslında geçerlilikle değil etkinlikle ilgili bir alanda olduğumuzu gösterecektir. Etkinlik ile geçerliliğin sınırını ise Kelsen özenle çizmiştir. Grundnorm’un etkinliğini kaybetmesi, uluslararası arenada geçerliliğe ilişkin bir sonuç doğurmaz.
İsterseniz buradan sonrasını ikinci bölüme bırakalım.