Edward Hallet Carr, “Tarih Nedir?” adlı kitabında, tarihin yorum olduğunu belirterek, nesnel bir tarih olamayacağını, bu nedenle tarihten önce tarihçinin incelenmesi gerektiğini söyler. Ona göre “Tarihçinin nesnelliği, nesnel olunamayacağını bilmesinden ve kendi zamanını aşabilmesinden ibarettir”. Yani tarih yazmak, geçmişteki olaylara bakan tarihçinin, bunları kendi zihinsel süzgecinden geçirip kendi yorumu ile geleceğe yönelik projeksiyonlar yapmasıdır. Dolayısıyla içinden geçtiğimiz günler ileriki kuşaklarca “tarih” olarak okunduğu dönemde, aslında bugünün olaylarını “kendi gözüyle” seçen ve anlatanın görüşüne göre aktarılmış olacaktır.
Türkiye’nin yakın geçmişine baktığımızda ise, her ne kadar bu geçmişin aktarımının daha o geçmişte yaşayanlar hayatta olmasına rağmen çarpıtılarak aktarıldığı açıktır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin dahi okuması değiştirilerek anlatılmaktadır. Bir başka deyişle geçmiş, egemen ideoloji tarafından dönüştürülmekte ve bu şekilde “tarih” olarak yazılmaktadır.
Ancak belirttiğimiz gibi yakın geçmişimizin tanıklarının hala hayatta olduğu ve neyse ki tüm baskılara rağmen de içinden geçtikleri siyasal dönemleri roman, anı, biyografi, deneme gibi herhangi bir yazın türünde kaleme aldıklarını görmekteyiz.
Türkiye tarihinin en önemli dönemeçleri (belki de “dönememeçleri” demek daha doğru) 12 Mart ve 12 Eylül, her ikisi de bir ölçüde kendi edebiyatlarını yaratmış tarihsel kesit olarak edebiyatta boy gösterir ve okurlara bir tanıklık konumu sunar. Bu konum, sadece o yılların sınıfsal ve politik gerilimine, çatışmalı atmosferine ve askeri müdahale ile şekillenen tarihine bir yeniden bakış olanağı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bellek ve belleğin tarihsel gerçeklik ile olan ilişkisi üzerine düşünmek için de verimli bir hareket alanı sağlar.1 Çünkü geçmiş, yukarıda da belirttiğimiz üzere sabit bir şekilde keşfedilmeyi beklemez; bugün ve bugünün amaçları (ve/veya egemen ideolojisi) doğrultusunda sürekli olarak yeniden üretilmektedir.
Anı kitapları ve anılardan türeyen romanlar veya sol tarih referanslı romanlar, belli bir bütünlüğün derinleştirilmesi, ayrıntıları ile kavranması için vazgeçilmezdir. Ancak sadece bununla yetinmek, tarihi anılardan, romanlardan öğrenmeye kalkmak eksik ve yanlış bir öğrenme biçimi olmakla birlikte kişisel tarih toplumsal olandan ayrılamaz, bu nedenle her anlatı bize mikro bir tarihi de sunar. Bu anlamda anılar, biyografiler, otobiyografiler daha önce de belirttiğimiz gibi tarih ile edebiyat arasında durur.
Sevgi Soysal’ın Ankara’da bulunan “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”nda geçirdiği tutukluk günlerinden esinlenerek kaleme aldığı “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” adlı kitabı da 1960 Anayasası ile esen demokratik bir rüzgâr ile gelişen ve örgütlenen ve aynı zamanda geniş bir toplumsallığa yayılan sola indirilen ilk darbe olan 12 Mart Darbesi sonrasına ayna tutar. Kısa hikâyelerden oluşan kitap günlük gibi kaleme alınmış olup, 12 Mart gibi “buz gibi acı” dönemini; askeri darbenin toplum üzerindeki baskısını, faşizmin sol örgütlere ve siyasi tutuklulara, tutuklu ailelerine yaptıklarını anlatmasına rağmen Soysal’ın sıcak ve samimi dili “dönem romanlarından” ayırır ve yükseltir bu metni.
…
Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 11. sayısında okuyabilirsiniz.