Başkasını saptama ve o başkasının işlerine bulaşmama konusundaki tutarlılık ve gayretiyle Kaptan Jack Sparrow Batılıların “kutsal bireyinin” sinemadaki yansımalarından birisi gibi duruyor ilk bakışta. Asosyal ruh hastalarının “kendi kursaklarının peşinde koşma” uğraşını mistik bir sis bulutunun ardında yüceltmek isteyen film yapımcıları için, “kendi gemisini kullanan (ve dahi kurtaran) kaptan” metaforu kadar alışılmış tema az bulunur. Gemi-birey hep sularla çevrilidir, yalıtılmıştır adeta. Dalgalara (topluma) karşı yol alır ve yardığı dalgaların (yıktığı hayatların) hesabını vermez. Varmak için geçer denizleri.
Jack Sparrow’un pek de ibretlik olmayan hikâyesi yukarıdaki temayla ilişkilidir, ancak onun bu temayla kurduğu ilişki en hafif ifadesiyle sorunludur.
Varmamayı hedefleyen bir Adem
Öncelikle Sparrow’un başkasının işine bulaşmama ve kendi gemisini yürütme çabaları bir şekilde hep akamete uğruyor. Varmayı (artı- değeri realize etmeyi, ele geçirmeyi, tüketmeyi) değil, varmamayı hedefleyen bir Adem’e benziyor kaptanımız. Kaçmanın imkânını bulup/yaratıp bir kayıkla uzaklaşırken kraken (dev ahtapot) karşısında çatırdayan gemisine dönüşü sorumluluk sahibi bir kapitaliste benzetilebilirdi belki. Öyle ya Kaptan Jack, gemilerin en hızlısı, batık gemi Siyah İnci’nin 13 sene kaptanı olma sözü karşılığında ruhunu, (sevgilisi “deniz tanrıçası Kalimera’ya” ihanet edip onun korsanlar tarafından tutsak alınmasına sebep olan) “flying Dutchman”ın kaptanı Davy Jones’a satacak kadar tutkuludur bir şeylere (o bir şeyler niçin kâr olmasın?).
…
Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 13. sayısında okuyabilirsiniz.