31 Mart 2018 Cumhuriyet Gazetesinden bir haber: “Ölü Adalet Eylemi”… Gazete, Fransa’da yargıç ve avukatların, hükümetin yakın zamanda Meclis’e sunacağı yargı reformunu protesto etmek için ikinci kez greve gittiğini yazıyor. Sendikaların çağrısıyla yapılan “Ölü Adalet” gününde, davalar ertelenirken mahkeme salonları boş kalmış. Başkent Paris yakınlarındaki Nanterre kentinde adliye önünde toplanan yargıçlar önce basın açıklaması yaparak ardından yere uzanıyorlar. Bu protestonun nedeni, yapılmak istenen reformların, toplamda 307 mahkemenin kapanmasına yol açılacak olması imiş ki, bu durumun, yurttaşların hukuk sistemine erişimini sınırlandıracağı gibi, yargıçların da iş yüklerini arttıracağı söyleniyor. Fransa’da daha önce Sarkozy döneminde yine bazı mahkemelerin kapanmasına yol açan benzeri bir girişimin, yargıç ve diğer hukukçuların ortak çabaları ve yaptıkları grev ile ertelendiğini biliyoruz.
Peki, aynı dönemde, Türkiye’de yargı alanında neler olup bitiyordu? Birkaç örnek verelim: Bir grup insan hakları savunucusu aleyhinde İstanbul Büyükada’da yaptıkları bir toplantı sonrasında açılan davada tutuklananlar, yargılamanın ilk aşamasında tahliye edilmişti. Cumhuriyet savcılığının bir sanığın tahliyesine ilişkin karara itirazı1sonucunda karar, (bir sonraki ağır ceza mahkemesi tarafından) kaldırıldı ve tahliye edilmiş sanık hakkında bu kez yakalama kararı verildi. Böylelikle Türk hukuk sistemi, bir mahkemenin kendi verdiği kararın arkasında nasıl duramadığını görmüş oldu.
Türk kökenli Alman gazeteci Deniz Yücel, hakkında iddianame dahi düzenlenmeden bir yıla yakın bir süre tutuklu kaldıktan sonra, Alman Dışişleri Bakanlığının ve Başbakanının bu durumu sertçe eleştirmesinin hemen ardından apar topar salıverildi. İki eylem arasındaki doğrudan bağlantı hiç ispatlanamayacak olsa dahi yargı üzerinde gezen “telkin” bulutunun, çıplak gözle seçilebilir bir hâl almış olduğunu söylemek, abartılı sayılmaz.
…
Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 13. sayısında okuyabilirsiniz.