Marksist düşünceyle hukukun ittifak edebileceği en sağlam husus belki de kuramsal alanda bu iki disiplini bir araya getirme çabasının nafileliğidir. Hukukun (ve devletin) sönümleneceğine ilişkin düstur, Marksistlerin teorik enerjilerini üstyapının bu hantal sistemine sarf etmelerine engel olur ve pratikte hukuksal sorunların çözülmesi, hukukun ve hukukçunun hareket sınırını çizer. Oysa Marksizm, özellikle içinden geçtiğimiz büyük barbarlık çağında hukuk kuramına en radikal eleştiriyi sunabilecek düşünce çizgisidir. Bu radikallik, teoriye söylemediği şeyler söyletmeksizin, hukuk sisteminin tarihselliğini ve dayanaklarını hukukun içinden yapılan açıklamalardan çok daha ayrıntılı bir şekilde deşifre eder ve hukuku toplum sistemi içindeki işleviyle beraber değerlendirme imkânı sağlar. “Eleştirel” olma iddiasındaki çoğu hukuk akımının normatif bir sistemi olgusal açıdan eleştirerek müdahale ihtimalini boşa çıkarmaları göz önüne alınırsa, teoriye çok büyük bir katkı sayılacaktır bu.
Elbette değinilen, işin bilinen ve nafilelik hissini kısmen azaltan yönüdür. Marksist hukuk çalışması, tam ters istikametten çok az talibi olan bir çaba olarak karşımıza çıkar ve bilindiği üzere bu alanda iki ana istikamet gözlemlemek mümkündür: Reel deneyim ışığında sosyalist ülkelerin hukuk sistemlerinin teorik zeminini araştırmak (ki bugün neredeyse sadece Rusya çalışmaları ve hukuk tarihi dergilerinin konusu olarak kalmıştır bu alan) yahut Avrupa Marksizminin herhangi bir reformist kanadından kapitalist süreç içerisinde hukukun nasıl alımlanması gerektiğine ilişkin eleştirel çalışmalar yapmak… Gramsci-Poulantzasgil düşüncenin ateşini verdiği bu çizginin bugüne kadar uzanmaması doğrudan tarihsel kırılmaya bağlanabileceği gibi, kendini iç tartışmalarla tüketme potansiyelinin yüksekliğine de bağlanabilir.
Bu noktada, “fakat üçüncü bir yol vardır” diyerek yepyeni bir öneride bulunmak güzel olurdu elbette fakat mantık kurallarını da fazla zorlamamak gerekir. Kayan bir zeminde teori bina etmenin zorluğu kadar gereksizliğinden de söz edilebilir. “Bırakalım hukuk, pratik alanında kalsın… Devrimci avukatlar, Marksizm ve hukuk ilişkisini pratikte her sabah yeniden kuruyorlar zaten” de denilebilir. Bu tutarlı bir düşünce silsilesidir ve geçerliliği 11. Tez tarafından çoktan denetlenmiştir. Bu yol tercih edildiğinde teorik çalışma, böylesi bir pratiğin teorisi yani siyasi angajmanı olan devrimci avukatlığın teorik temelleri ekseninde yapılabilir. Belki de bu sebepledir ki her Marksist hukukçunun yolu bir gün Jacques Vergès’in evinin önünden geçer.
Fakat tam da burada; yaygın ve çeşitlenmiş bir başka eğilim, modern sonrası retoriğin ‘yeniden düşünmek’ ifadesinin arkasına yığdığı ideolojik güç, açığa çıkacaktır: “Alternatif”, devleti önceleyen, yok sayan, ulusaşırı yahut modern öncesini anıştıran hukuk arayışları… Bu, sol cenahta gittikçe yaygınlaşmaya başlayan ve “toplumun” yahut “halkın” hukuku adı altında kuramsallaştırılmaya çalışılan, hukukta hakkın ve kamusallığın eksene alınıp örgüt ve kurumsallaşmanın altyapısal temelinin yok sayıldığı bir düşünce hattı. Devleti, yahut siyasal iktidar odağı olarak her neyi görüyorsa onu, denklemden çıkararak yeni bir odakta “hukuk” yaratma özlemine dayalı bu anlayışın çeşitli renkleri farklı şekillerde ifade buluyor. Kabul etmek gerekir ki bu düşünce silsilesi de tutarlıdır, ancak bir aksiyomun reddi pahasına: Sönümlenme.
Devrim, dile getirmekten imtina edeceğimiz, komik yahut fantezi ürünü bir kavram haline geldiyse, büyük ihtimalle bunda uzun bir süredir “sınıf” demememizin, “toplum”, yahut “kamu yararı”nı ağzımıza alamamamızın payı büyüktür. Bu hegemonik ricat sırasında, hukukun da devrim perspektifi ile düşünülmemeye başlanması anlaşılabilir. Kapitalizmin kara deliklerden yaygın bir olağanüstü hale dönüştürdüğü bu yeni barbarlık aşamasında hukuka ihtiyacımız elbette her zamankinden büyük. Ama bu ihtiyaç ancak, burjuvazinin saldırganlığını kendi sınırlarına çekmek için kurulacak bir savunma hattı olarak anlam taşır. Hukukun özerk bir sistem olduğuna ilişkin değersel vaatlerine inançsızlık bakidir ve sanılanın aksine, “İnsan haklarını araçsallaştıralım, bizim için mühim olan reform değil, devrimdir” sığlığında bir düşünceden kaynaklanmaz; tersine burjuva hukuk kuramının bir kazanımı olarak pozitivist ilkelerin getirdiği bir state of art saptamasıdır. Hukukun “kendinde” değerleri, “kendine ait bir tarihi” yoktur. Bu nedenle onu değerlendirirken ahlaktan yahut dinden devşirip sistemine atfettiği sıfatları değil, kurallarını, işlevini ve yarattığı sonuçları ele almak gerekir. Öyleyse “hukuk iyidir, sahibi kötüdür” şeklinde özetlenebilecek gerekçelerle yeniden hukuk(su)laştırma sularına giden Marksistlerin girdikleri yolun, sahip oldukları düşüncenin temelleriyle (sönümlenme) ve bilimsel anlayışıyla (bilimin geldiği aşamayı esas kabul etme) dahi çeliştiği için- çıkmaz olduğuna işaret etmek gerekir.1 Marksist perspektifin eleştirelliği eşyanın tabiatı gereğidir fakat aynı düşüncenin burjuva hukuk kuramına katkı borcu yoktur.
Elbette bunlar, devrim ve sönümlenmenin terk edilmesi yönünde bir tercih söz konusu ise geçerli olmayacak argümanlardır. Ancak devrimci Marksizmin hukukla yan yana getirilme çabasının altında, bugün iflas etmiş Avrupa Birliği projesinin “farklılıklarımızda birleştik” düsturunu mümkün kılacak birçok renklilik, kabullenme ve uyumlaşmayı çağıran Habermas ve türevi iletişimsel düşüncelerin yattığını hatırlamak gerekir. Bir arada durabilmek, herkes için her durumda geçerli olamaz. Bu tutum, aynı kategorik şiddet karşıtlığı ve kategorik barış savunuculuğu gibi, tarihsel konjonktür tahlil edilmeksizin savunulduğunda sınıfın faydasına değil bilakis zararına olabilecek tavizlere yol açabilir. O halde hukuk ile ilişkisinde dahi aklımızdan çıkarmamamız gereken bir diğer temel düstur, Marksizmin çatışmacı bir düşünce olduğudur.
Öyleyse, Marksistler açısından hukuk çalışmanın bir anlamı olmadığı sonucuna mı varılmalı? Hukuk kuramı, öncelikle işlevi açısından değerlendirilecekse, hayır. Bütün bir Batı aklının üzerinde temellendiği Roma kaynaklı hukuk sisteminin tarih içerisinde kazandığı form, ideoloji çalışmaları için büyük önem taşır. Fakat bunun dışında, kendini inşa ederken rafine ettiği kuramsal iskeletin yeni problemleri, sistemi tamamen değiştirme iddiasındaki Marksizm açısından da yeni ve hesaplaşılması gereken problemlerdir. Ufak bir örnek verilecek olursa; hukuk ve zihin çalışmalarının nörobilimsel zemini, bize suç kavramını ortan kaldıracak doneler sağlıyor olabilir. Serbest iradeye ve hak kavramının ta kendisine götürülebilecek böylesi bir müdahale, elbette Marksist suç politikaları üzerinde etkili olacaktır. Bu tür kuramsal müdahaleler, sınıfın önünü açacak pratik hukuki mücadelelerle eşleştirilerek praxisin diyalektik devinimini de sağlar.
Üstelik işin bir de “iş” boyutu vardır. Marksist hukukçunun, yarın devrim olduğunda hangi yasaları nasıl sınıflandırıp hangilerini elimine etmesi gerektiğini, tarihsel tecrübesi ışığında tartışabilmesi gerekir. Teknik kurallar sözgelimi, hangileridir? İdeolojik yeniden üretimi kolaylaştıran hangi kavramlar hukuk teorisinden ihraç edilmelidir? Lenin’in deyimiyle birer okul sayılabilecek mahkemelerin işleyişi, karar verme paternleri nasıldır? Yeni bir toplumu perspektifine alan hukukçu için bunlar spekülatif değil, bugünün hukuk kuramsal bilgisiyle tartışılabilecek ve cevaplanması gereken sorulardır.