Almanya Federal Meclisi, iktidardaki Hristiyan Demokrat Birliği (CDU), Hristiyan Sosyal Birliği (CSU), Sosyal Demokrat Partisi (SPD) koalisyon hükümetinin ve muhalefetteki Yeşiller Partisi’nin 1915 olaylarını soykırım olarak niteleyen ortak tasarısını, CDU milletvekillerinin önemli kısmının katılmadığı 2 Haziran tarihli oylamada sadece bir ret ve bir çekimser oya karşı ezici bir oy çokluğu ile kabul etti.
“1915 ve 1916 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara uygulanan soykırımın hatırlanması ve anılması” başlığını taşıyan tasarıda:
“Dönemin Jön Türkler rejiminin talimatıyla 24 Nisan 1915’te Osmanlı Konstantinopolis’inde 1 milyonu aşkın etnik Ermeni’nin sistematik tehcir ve kıyımı başladı. Onların kaderi 20’nci yüzyılda yaşanan korkunç kitlesel kıyımların, etnik temizliklerin, tehcirlerin ve hatta evet soykırımların bir örneği.”
ifadelerine yer verilirken, Ermenilerin yanı sıra Asuriler, Süryaniler ve Keldaniler gibi Hıristiyan azınlıkların da soykırıma uğradıkları belirtilmekte, söz konusu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki olan Alman İmparatorluğu’nun diplomat ve misyonerlerin uyarılarına rağmen tehciri engellemek için kılını kıpırdatmamış olması ise “utanç verici” olarak nitelenmektedir.
Alman parlamentosu tarafından atılan bu adım Türkiye tarafından büyükelçinin geri çekilmesi, kararın “yok hükmünde” olduğunun yetkili ağızlardan beyan edilmesi gibi herhangi bir etki doğurmayacağı herkes tarafından bilinen klasik diplomatik reflekslerin yanı sıra, Alman menşeli makam arabalarında otomobil markasının yer aldığı kısımların siyah bezle örtülmesi, Alman Konsolosluğu önünde mehter takımı eşliğinde protesto gösterisi düzenlenmesi, tasarının fikir babası olduğu ileri sürülen Almanya Yeşiller Partisi Eş Genel Başkanı Cem Özdemir’in kanının laboratuvar testine tabi tutulmasının talep edilmesi ve adı geçenin belediye meclisi kararıyla Tokat hemşeriliğinden ihraç edilmesi gibi mevcut Cumhurbaşkanı ile hükümetin siyasi ve kültürel seviyesine uygun daha “yaratıcı” resmi tepkilerle karşılandı.
Almanya’nın da dâhil olmasıyla içinde bulunduğumuz yıl itibarı ile toplam 29 ülkede ve ABD’nin 45 eyaletinde parlamentolarca 1915 olayları soykırım olarak tanınmış durumda. Parlamentolar veya eyalet meclisleri herhangi bir ülkede soykırım suçu işlendiğine dair karar almaya yetkili olmadıklarından daha önce başka ülkelerde, son olarak da Almanya’da alınan karar hiç kuşkusuz tamamen siyasi nitelikte ve uluslararası hukuk mevzuatı tahtında Türkiye bakımından hukuksal bir sonucu bulunmamakta.
Bilindiği üzere uluslararası hukukta soykırım suçunun hukuki çerçevesi 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 260 A (III) sayılı kararı ile kabul edilen “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme” (aşağıda “Soykırım Sözleşmesi” veya kısaca “Sözleşme” olarak adlandırılacaktır)’de çizilmiştir. Sözleşme Türkiye tarafından 23.03.1950 gün ve 5630 sayılı Kanun’la onaylanarak iç hukukun bir parçası kılınmış ancak Türkiye söz konusu suçu cezalandıracak bir hükme, 2004 yılında yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 76. maddesindeki düzenlemeye kadar ceza mevzuatında yer vermemiştir.
Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir gruba karşı işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi birinin soykırım suçunu oluşturduğu düzenlenmiştir:
a. Grubun üyelerini öldürmek,
b. Grup üyelerine ciddi fiziksel veya bedensel zarar vermek,
c. Grubun kısmen veya tamamen fiziksel olarak yok olmasına neden olacağı hesaplanan yaşam şartlarına kasten maruz bırakmak,
d. Grup içinde doğumları önlemeye yönelik tedbirleri almak,
e. Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba nakletmek.
Dönemin Osmanlı hükümetince 1915 yılı Mayıs ayında çıkarılan ve kısaca “Tehcir Kanunu” diye bilinen Kanunun1 uygulanması sırasında devlet görevlileri, kolluk kuvvetleri, çeteler ve Kürt aşiretlerince gerçekleştirilen saldırıların yanı sıra, kendi yaşayışlarına, alışık oldukları iklim ve doğa şartlarına zıt özelliklere sahip yerlere tehcir edilen Ermenilerin sevk edildikleri yerlerde toplam nüfusun belirli bir yüzdesini geçmemelerini sağlamaya dönük olarak hükümetçe izlenen etnisite mühendisliği politikası2 sonucunda, kapsamı ve hangi koşullarda gerçekleştiği konusunda tartışmalar sürse de, Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde beş bent halinde sayılan fiillerden (d) bendinde sayılan hariç tümünün şu veya bu ölçüde gerçekleşmiş olduğu bilinmektedir.3
Tehcir politikası sonucunda tarihsel yurtlarından sürgün edilen ve büyük bir katliama maruz kalan Ermeniler, bütün insanlığa ders olması gereken büyük bir yıkım yaşamışlardır. Bununla birlikte bu tarihsel olgunun, Soykırım Sözleşmesi tahtında soykırım suçu olarak tavsif edilmesinin mümkün olup olmadığı hukuken oldukça tartışmalı bir konudur.4
Sorunun bir boyutu, soykırım teriminin gerek sosyal bilimlerin farklı alanlarında gerekse gündelik kullanımda siyasi, ahlaki, akademik ve benzeri nedenlerle Soykırım Sözleşmesi’ndeki hukuki tanımının dışında kırım, katliam, etnik temizlik, toplu öldürme, insanlık suçu ve benzeri kavramlarla özdeş biçimde kullanılmasının yarattığı kavram karmaşasıdır. Oysa örneğin günlük dildeki kullanımda hırsızlık genel kategorisi altında ifade edilebilecek eylemlerin işlenme biçimine ve unsurlarına göre hırsızlık, nitelikli hırsızlık, yağma, nitelikli yağma, zimmet ve benzeri farklı suç tiplerine tekabül etmesi ve farklı hukuki sonuçlar doğurması gibi, ne kadar insanlık dışı olursa olsun bir olayın soykırım suçu olarak tavsif edilip edilmeyeceğinde de hukuki kriterlerin göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır.
Konunun hukuki boyutunda; uluslararası hukuk alanında soykırım suçunun tanımının ilk defa Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde yapıldığı, Sözleşme’nin geçmişe etkili (makable şamil) uygulanacağına ilişkin bir hüküm içermediği, dolayısıyla Sözleşme’nin yürürlüğe girdiği tarihten önceki olaylar bakımından uygulanamayacağı, Sözleşme’nin ex post facto uygulanabileceği yönünde aksi bir yorumun “kanunsuz suç ve ceza olmaz (nullum crimen, nulla poena sine lege)” diğer ifadeyle “suçta ve cezada kanunilik” ilkesine aykırılık teşkil edeceği uzun süredir Türkiye’nin resmi tezlerinin merkezi unsurlarından birini oluşturmuştur.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın girişimiyle Türk ve Ermeni temsilcilerin ortak katılımıyla kurdurulan Türk Ermeni Barıştırma Komisyonu’nun5 New York’taki International Center for Transitional Justice adlı kuruluşa 2003 yılında hazırlattırdığı “Soykırım Sözleşmesi’nin 20. yüzyıl başlarında vuku bulan olaylara uygulanıp uygulanamayacağı” hakkındaki hukuki değerlendirmede; Ermenileri kurtarmak için hareket eden bazı “fazilet sahibi” Türklerin gayretlerine rağmen, faillerin en azından bir kısmının eylemlerinin Ermeni halkının Doğu Anadolu’dan kısmen veya tamamen yok edilmesi ile sonuçlanacağını bilerek hareket ettikleri, dolayısıyla 1915 olaylarının Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlandığı şekilde soykırım suçunu oluşturduğu, buna karşın Sözleşme’nin geriye doğru yürütülemeyeceği sonucuna varılmıştır. 6
Ancak söz konusu TARC raporundan rahatsız olan Ermeni diasporası tarafından eski bir Birleşmiş Milletler görevlisi olan Alfred de Zayas’a hazırlatılan karşı görüşte, Sözleşme metninde bu konuda hiçbir şeyin yazılı olmadığı, dolayısıyla bu boşluğun her iki yönde de doldurulmasının mümkün olduğu savunulmuştur. Zayas’ın görüşlerini dayandırdığı hukuki gerekçeler ve karşı görüşler karşısında, Türk diplomatik çevrelerinde bu konuda karşı tarafla tartışmaya girmemenin ve bu konuyu sorunun odak noktası haline getirmemenin daha sağlıklı olacağı görüşünün dillendirildiği görülmekte,7 dolayısıyla sözleşme’nin geçmişe yürütülemeyeceği görüşünün eskisi kadar rahat biçimde savunulamadığı anlaşılmaktadır.
Öte yandan hukuki tartışmanın esas düğümlendiği nokta, Sözleşme’nin geriye yürütülüp yürütülemeyeceğinden ziyade, soykırım suçunun Sözleşme’nin 2. maddesinde tanımlanan unsurlarının 1915 olaylarında mevcut olup olmadığıdır. Bilindiği üzere soykırım suçu, maddi unsur (actus reus) ve manevi unsur (mens rea) olmak üzere iki unsurdan oluşmaktadır.8
Maddi unsur, suçu meydana getiren ve Sözleşme’nin 2. maddesinde beş bent halinde sayılan beş fiildir. Yukarıda değinildiği üzere, bu fiillerden (d) bendinde sayılan “grup içinde doğumları önlemeye yönelik tedbirleri almak” hariç tümünün Ermeni tehciri sırasında şu veya bu ölçüde gerçekleşmiş olduğu bilinmektedir. Sevk edilen Ermeni kafilelerine yapılan saldırılarda çok sayıda insan öldürülmüş, bedensel zararlara uğratılmış, kadın ve çocuklar tecavüze uğramış, saldırılarda ölenlerden çok daha fazlası Suriye çöllerinde maruz bırakıldıkları yaşam şartları ve sevk edildikleri yerlerde toplam nüfusun belirli bir yüzdesini geçmemelerini sağlamak için oradan oraya tekrar tekrar sevk edilmeleri sebebiyle hayatını kaybetmiş, kafilelerdeki Ermeni çocukları (kimi zaman insani amaçlarla da olsa) yerleştirildikleri yetimhanelerde veya Müslüman ailelerin yanında Türkleştirilmiş veya Kürtleştirilmiştir.
Manevi unsur ise, suçun oluşması için mutlaka bulunması gereken özel kast (dolus specialis) unsuru yani milli, etnik, ırki veya dini bir grubu, grup olarak tamamen veya kısmen yok etme kastıdır. Özel kast, soykırım suçunu, diğer tüm suçlardan ayıran en önemli unsurdur; dolayısıyla bu suçun işlenmiş olmasının ön şartı, zaruri unsuru, asli özelliği, özel kastın mevcudiyetidir.9 Suçun faili, soykırımı oluşturan fiilleri bilerek ve isteyerek işlerken milli, etnik, ırki veya dini bir grubu tamamen veya kısmen yok etmek maksadıyla hareket etmelidir.
Buna ilaveten, Osmanlı Ermenilerinin maruz bırakıldıkları muamelenin Soykırım Sözleşmesi’ndeki soykırım suçu tanımı ile uyumlu olduğunu değerlendiren araştırmacıların çoğunlukla gözden kaçırdıkları bir husus bulunmaktadır ki bu da soykırım suçunda saikın (motiv) da büyük önemi haiz olmasıdır. Soykırım Sözleşmesi’ni hazırlayan Ad Hoc komitede Sovyetler Birliği’nin temsilcisi Morozov; suçun oluşması için sadece belirli grupların yok edilmesinin değil, bunun “bu gruptaki insanların belirli bir ırk veya milliyete ya da dine mensup olması nedeniyle” işlenmiş olmasının gerekli olduğunu, bu nedenle Sözleşme’deki soykırım tanımında korunma altına alınan grupların yanı sıra, suç fiilinin arkasındaki saikın da belirtilmesi gerektiğini savunmuştur.10
İngiliz ve Amerikan delegelerinin itirazlarına rağmen Sovyetler Birliği’nin teklifi ve çoğunluğun desteği ile “milli, etnik, ırki veya dini bir grubu, salt o grup olması nedeniyle yok etme” anlamına gelen “as such” ibaresi metne eklenmiştir. (Burada ilginç bir husus, Türkiye tarafından 23.03.1950 gün ve 5630 sayılı Kanun’la onaylanan Sözleşme’nin 29.03.1950 tarih, 7469 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan metninde 2. maddenin ilgili paragrafında “as such” ibaresinin Türkçe’ye çevrilmesinin ihmal edilmesi, dolayısıyla ilgili maddenin “millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubu, sırf bu grup olması nedeniyle kısmen veya tamamen imha etmek” anlamını ortadan kaldıracak bir biçimde yayınlanmış olmasıdır.)11 Dolayısıyla fail hedef aldığı gruptaki insanları salt bu grubun mensubu olduğu için değil, örneğin malvarlığına el koymak, siyasi amaçlarını gerçekleştirmek gibi başka bir saikle hareket ederek işlemiş ise, Sözleşme’de tanımlanan anlamıyla soykırım suçunun unsurları oluşmamış olacaktır.12 Nitekim Uluslararası Yugoslavya Ceza Mahkemesi Jesilic kararında, suç fiillerinin, belli bir grubun üyelerine karşı ve özellikle de bu kişilerin belli bir grubun mensubu olması nedeniyle işlenmiş olması, dolayısıyla failin davranışının temelinde ayrımcı (discriminatory) özel kast bulunması gerektiğini hükme bağlamıştır. 13
Bu itibarla 1915’te yaşanan olayların Soykırım Sözleşmesi’ndeki soykırım suçunun unsurlarını eksiksiz ihtiva ettiği, Sözleşme’nin geçmişe etkili olarak uygulanmasının mümkün olduğu, keza bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin sorumluluğuna gidilmesinin mümkün olduğu14 yönündeki görüşlerin savunulmasında “olması gereken hukuk” (de lege feranda) tartışmaları bakımından belki bir fayda görülebilecekse de, “yürürlükteki hukuk” (de lege lata) bakımından bunun oldukça müşkül göründüğü açıktır.
Bununla birlikte, yürürlükteki hukuk bakımından durum ne şekilde olursa olsun, 1915 tehciri sırasında ve sonrasında Osmanlı Ermenilerinin maruz bırakıldıkları katliamların insanlık dışı olduğu ortadadır. Soykırım Sözleşmesi’ndeki soykırım suçunun şartlarının oluşmamış olduğuna dair bir hukuki tespit bu tarihsel gerçeği değiştirecek mahiyette değildir. Bu bağlamda Talat Paşa’nın şahsi arşivinde bulunan belgelere göre 972.246 insanın dâhil edildiği15, dolayısıyla resmi ağızlara –yani verilen en düşük rakama- göre bile bir milyona yakın Osmanlı Ermenisinin Büyük Felâketine yol açtığı bilinen Ermeni Tehcirini, Başbakan Binali Yıldırım’ın büyük bir pişkinlikle “her toplumda, her ülkede yaşanabilen sıradan olaylardan biri” olarak nitelemesi kabul edilemez bir insanlık ayıbıdır.
Öte yandan günümüzde Ermeni sorunu yabancı hükümetler tarafından halkların kardeşliğini tesis etmek gibi ulvî bir amaçla değil emperyalist politikaların bir aracı olarak gündemde tutulmakta, Türkiye’ye dönük bir tehdit olarak kullanılmaktadır. En son Almanya Federal Meclisi tarafından oylanan tasarının, Suriyeli mülteci krizi ve Türk vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı tanınması tartışmalarının gündemde olduğu bir konjonktürde kabul edilmesinin tesadüf olmadığı herkesçe bilinmektedir. Keza tasarının fikir babası olduğu gerekçesiyle “kanı bozuk”, “sütü bozuk” gibi ırkçı hakaretlere uğradığı, çok sayıda ölüm tehdidi aldığı bilinse de, Alman Yeşiller Partisi Eş Genel Başkanı Cem Özdemir’in, tasarının kaleme alınmasında ilerici, solcu veya sosyalist motivasyonla hareket ettiğini düşünenler, yeniden düşünmelidir. Özdemir, kendi web sitesinde yayınladığı bir söyleşisinde bir dönem yaşadığı ABD’ye bakışının ne olduğuna dair şunları söylüyor:
“ABD’yi hem yanlışlarıyla, hem doğrularıyla hep ilklerin yaşandığı, aynı zamanda özgür dünyaya açılan bir kapı olarak görüyorum. … Ayrıca dünyada anti-Amerikan lüksüne sahip olmadığımızı düşünüyorum. Savaşla mücadelede, iklim problemlerinde, açlıkla ve salgın hastalıklarla mücadelede, özgürlüklerin genişlemesi gibi pek çok konuda Amerikasız hiçbir şey yapamazsınız bu dünyada.”16
Ermeni sorununun yabancı devletler tarafından Türkiye’yi siyasi basınç altında tutma vasıtası olarak kullanılması, Osmanlı Devleti’nin emperyalistler tarafından paylaşılmakta olduğu bir tarihsel kesitte yaşanan olayları17 bir “soykırım” tartışmasına kilitlemekte, emperyalizmin Ermeni kırımındaki rolü ve sorumluluğu hasıraltı edilmektedir. Emperyalist odakların dümen suyunda giden ve güya resmi tarih tezine alternatif üretme iddiasında olan liberal tarihçi ve yazarlar, meseleyi gerçek tarihsel bağlamından ve sınıfsal boyutlarından kopararak ele almakta, Türk milliyetçi tarih tezleri ile aralarına mesafe koymayı hassasiyetle gözetirken, aynı hassasiyeti Ermeni milliyetçi tarih tezleri karşısında göstermeyi gereksiz bulmaktadırlar. Bu çifte standartlı tutum da Türkiye nüfusunun ana gövdesini oluşturan kesimlerin, kendilerinin yaşadığı tarihsel acıların önemsenmediği ve aşırı haksızlığa uğradıkları duygusuyla, Türk resmi tarih yazımının tezlerine daha sıkı sarılmalarına, Ermeni ve Türk halkları arasına ekilmiş düşmanlık tohumlarına sürekli yenilerinin eklenmesine neden olmaktadır.
Bugünkü ortamda sosyalistler ve ilericiler tarafından izlenmesi gereken en doğru yol bizce, halkların acılarını birbirinin karşısına koymayan, yarıştırmayan, bu acıları ortak acılar olarak gören enternasyonalist bir bakış açısına sahip olmaktan, emperyalist manipülasyonlara hapsolan tartışmalardan uzak durarak halkların kardeşliğini savunmaktan geçmektedir.