Halkın Emek Partisi (HEP) 1991 seçimlerine Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) listelerinden girmiş ve Meclis’te 18 milletvekili ile temsil edilmeye başlamıştı. Sonrasında bu isimlerden bir kısmının dokunulmazlığı 2-3 Mart 1994 tarihlerinde kaldırılmış, dokunulmazlıklar kaldırılır kaldırılmaz Meclis’e gelen polisler tarafından da milletvekilleri gözaltına alınmıştı.
‘Meclis Genel Kurulu, altısı DEP milletvekili, ikisi bağımsız toplam sekiz milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını kararlaştırdı. Anayasa Mahkemesi, bu kararlardan sadece DEP Şırnak milletvekili Selim Sadak hakkındaki kararı iptal ederek dokunulmazlığını iade etti. Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekillerinden altısı tutuklanırken ikisi tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi.’1
Dokunulmazlıkları kaldırılan Leyla Zana, Mahmut Almak, Ahmet Türk, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Sırrı Sakık şimdi yürürlükten kalkmış bulunan Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesinde düzenlenen ‘Devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmak’ ile suçlandılar ve uzun bir tutukluluk geçirdiler.2 Bu suçun cezası o tarihlerde idam idi.3
Sanırım bu hatırlatmayı neden yaptığım anlaşılmıştır.
Geçtiğimiz aylarda ‘dokunulmazlıkların kaldırılması’ bir kez daha gündemde idi. Anayasanın 83/2. maddesi, eklenen geçici bir madde ile Anayasaya aykırı bir şekilde askıya alındı. Aslında yapılan hukuki olarak basit bir operasyon. Getirilen düzenleme ile yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyaları bulunan milletvekilleri hakkında Anayasanın 83. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesi hükmünün uygulanmayacağı söylenmiş oldu. Böylece Anayasanın aradığı “Meclis kararı” devre dışı bırakılmış oldu.
Sürecin nasıl işletileceğine ise bakılıyor. Anlaşılan o ki, 91’den daha ‘estetik’ bir yol arayışındalar.
Şimdi bir hatırlatma daha.
EMASYA hatırlardadır: Emniyet, Asayiş ve Yardımlaşma.
Dayanağını İller İdaresi Kanunu’ndan alan ve İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997 tarihinde imzalanarak yürürlüğe giren EMASYA Protokolü, valilerin ihtiyaç duydukları anlarda askeri birlikleri iç güvenlikte kullanabileceklerine dair ve bunun nasıl uygulanacağına yönelik bir protokoldü.4 Protokol 2010 yılında darbeye zemin hazırladığı gerekçesiyle, AKP iktidarı tarafından kaldırılmıştı. O yıllar, hatırlanacağı üzere, ‘Ergenekon’ ve ‘Balyoz’ yılları idi.
Şimdi, bu protokol ‘terörle mücadelede etkinlik’ gerekçesi ile yeniden gündemde.5 Hem de ‘askerlerin’ dokunulmazlığa kavuşturulma çabası ile birlikte.6 Hem de milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı bir zamanda.
Güzel tesadüfler!
Bir de tüm bunların üzerine Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne benzer bir yapının yeniden kurumsallaştırılmasını ve Yargıtay ile Danıştay’a yönelik yapılan operasyonları ekleyebilirsiniz. Bu yazı yazıldığı sırada Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlardan dolayı açılan davaların, suçun işlendiği yerin bağlı olduğu ilin adıyla anılan ağır ceza mahkemelerinde görülmesi de yasalaşmıştı.
Tüm bu gelişmelere bakıp, kolay bir okuma yapılabilir: Demokratikleşme süreci zaten durmuştu, şimdi geri dönüşler yaşanıyor. Ya da AKP demokrat kimliğinden tamamen vazgeçiyor. Ya da…
Bu okuma(lar), AKP’li yılları askeri otoriteyi sivil otoriteye bağlı kılan reformların yapılmış olduğu, askeri vesayetin kırıldığı bu nedenle de “devrim” niteliğinde uygulamaların hayata geçtiği bir dönem olarak gören görüşün bugünkü tezahürüdür.
Oysa AKP döneminin kendisinden önceki dönem hukuku/hukuksuzluğu ile arasında bir süreklilik bulunmakta. Bu anlamı ile zaten bir geri dönüşten bahsedilemez. Bunun yanında, olan biteni buna indirgemek de eksikli kalacaktır. Nihayetinde ülkeyi dönüştürme misyonu ile hareket eden aktör(ler)den bahsediyoruz.
Yalnızca bu yazının konusu olan yasal değişiklikler değil, bir bütün olarak son dönem yasal değişikliklerin tamamı AKP iktidarı açısından iki nedenle mutlak olarak gerekli. Birincisi; tüm muhaliflerin susturulması ve gerektiğinde tasfiyesi ile “sıkıyönetim” uygulamalarının süreklileşmiş bir hal alabilmesi için bu değişikliklere ihtiyaçları bulunmakta. İkincisi ise, kendilerine yönelmesi olası soruşturma ve davaların önden bertaraf edilmesi.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasının ise, Kürt siyasetinin (bir kez daha) alanının daraltılması amacı taşıdığı açık. Bunun önümüzdeki dönemin olası politikaları ile bir bağının olduğu da görülebiliyor. Bu yalnızca ‘sopa’ politikası olarak da düşünülmemeli. Ama Kürt siyasetine yönelik olmasının yanında tüm muhalefetin siyaset alanını daraltmaya yönelik bir amaç taşıdığı, bir tür ‘siyaset yapma yasağı’ olduğu da görülmeli.
Esas dikkate alınması gereken noktanın ise Meclis’in devre dışı bırakılmak istenmesi olduğunu düşünüyorum. Yargı bu başlıkta (da) ‘karar verici’ hale getirilmek isteniyor. Bu halin dokunulmazlık kavramının varlık nedenine aykırı olduğu açık. Kral ile Parlamento arasında süren mücadeledeler sonucunda parlamenterleri Kral’a karşı koruyan bir zırh olarak siyasete giren dokunulmazlığın kökeninde esas olarak yürütmenin keyfiliğine karşı bir “önlem” bulunmaktadır.7 Yoksa söz konusu olan bir ayrıcalık değildir.
Şimdi ise yasama devre dışı bırakılarak, neredeyse tamamı yürütmenin kontrolü altına alınan yargı eli ile siyaset dizayn edilmek istenmektedir.
Kuvvetler ayrılığı mı?