Bugün Türkiye’de herkesin bildiği gerçek şudur; Erdoğan-AKP iktidarı 16 Nisan Referandumunda ağır bir yenilgiye uğradı. Halk iradesinin Yüksek Seçim Kurulu’nda (YSK) gasp edilmeye çalışılması, bu yenilginin bizatihi açık kanıtıdır. Hile ve sahtekarlıkla rejimi değiştirme ısrarını sürdüren AKP iktidarı, derin bir meşruiyet krizine sürüklenmiş durumda. Tarihinin en güçsüz döneminden geçen ve meşruiyet sorunu yaşayan Tayyip Erdoğan yönetimi, Olağanüstü Hal (OHAL) rejimi olmasa ülkeyi yönetecek durumda değil.
Siyasal İslamcı hareket, kendileri için bütün bu olumsuz şartlara karşın, zaten içi boşaltılmış ve laik niteliği tasfiye edilmiş olan Cumhuriyeti bütünüyle yıkmak ve dinci-faşist bir diktatörlük kurmak için zorluyor. Başka şansı da yok. Siyasetin yasasıdır bu, durursa düşecek. İktidardan düşünce, bütün kazanımlarını kaybedeceğinden ve ağır bir hesap sorma dalgası altında ezileceğinden korkuyor.
Türkiye’nin Tayyip Erdoğan-AKP iktidarını aşamaması, dünyadaki yerinin yeniden tanımlanmasına yol açarken; Cumhuriyetin kazanımlarının yitirilmesi, sadece emekçiler ve halk kesimleri bakımından değil, batıcı sermaye çevreleri için de bir sorun kaynağı haline geldi.
Bu tablo Türkiye’nin çok katlı ve çok yönlü derin bir siyasal krizin içine sürüklendiğini gösteriyor. Toplum geriliyor. Ülke adeta bir iç savaşa zorlanıyor.
“Pirus Zaferi” Bile Değil
Öyle anlaşılıyor ki, bütün baskı, yıldırma ve tehditlere karşın referandumu kaybedeceğini anlayan iktidar, önceden birkaç alternatifli hile hazırlığı yapmış. Sandık başlarında muhalefet güçlerinin aldığı sıkı önlemler nedeniyle kaynağında hile yapamayan ve elektronik ortamda da (bilgisayar şebekesi üzerinde de) sonuçlarla pek oynayamayacağını gören AKP yönetimi, YSK ile işbirliği içinde mühürsüz oy pusulalarıyla amacına uluşmaya çalıştı.
Ancak olmadı, ne dünyaya bunu kabul ettirebildi ne de ülkeye. Halkın tepkisine sahip çıkamayan CHP bile “Sonuçları tanımıyoruz, tanımayacağız da..” diye açıklama yaptı.
İktidarın kendisi bile, ortada bir “zafer” bulunmadığının farkında. Bu nedenle, iktidar yanlıları kutlama yapamadı. Çünkü ortada bir “Pirus Zaferi” bile yoktu. Toplumun büyük kesimi, fanatik AKP’liler bile referandumu kazandıklarına inanamadı.
Siyasal İslamcılar kutsal davaları için, yani “Allah yolunda cihat” ederken her türlü ahlaksızlığı, hırsızlığı, yalanı, hileyi meşru sayar. Onlar kutsal ya da bir hak dinleri var diye ahlaka ihtiyaçlarının olmadığını düşünür. Tarz-ı siyasetleri budur. Dolayısıyla hile ile alınan referandum sonuçları onlar açısından meşrudur. İslamcılık siyaseten ahlaksızlıktır.
Hileyle Rejim Değişirtirmek
Hukuksal yollar (Avrupa İnsan hakları Mahkemesi’ne başvurmak gibi) bütünüyle tükenmemiş olsa bile, Türkiye’de seçim yargısı (YSK) bu büyük siyasal sahtekarlığı onaylamış görünüyor. İslamcı iktidar ve onunla ittifak yapan fırsatçı, yağmacı, kamu mallarını talan etmeye çalışan kesimler sahtekarlıkla rejimi değiştirmeye çalışıyor.
Ancak, dünyanın hiçbir yerinde ve tarihin hiçbir aşamasında rejimlerin hile ile değiştiği görülmedi. Rejimler gerçek siyasal güçler ve sınıfların çatışmasıyla değişir. Sancılı dönemeçlerdir rejim değişiklikleri; ya yaratıcı ya da yok edici yıkıcılığın belirleyici olduğu tarihsel uğraklardır.
Diğer taraftan, eğer hileye karşı gelişen toplumsal tepkiye sahip çıkılarak zamanında harekete geçilmezse –ki bu yapılamadı- ve eğer gerici de olsa değişim talebinin arkasına siyasal bir güç varsa, “hile” ve “sahtekarlıkla” da olsa rejimler yıkılabilir. İşte AKP böyle bir siyasal gücü her kritik eşikte yaptığı hamlelerin arkasına yığıyor.
Çünkü, yukarıda da işaret ettiğim gibi, bu ülkede “kutlu dava” için yapılacak her sahtekarlığı İslami gerekçelerle onaylayacak geniş bir kesim, ne yazık ki var. Bugün Türkiye’nin önündeki en büyük tehdit bu, yani toplumun bir kesiminin dokusunun değiştirilmesidir.
2019 Tuzağı
İktidar ve egemen medya 16 Nisan Referandum sahtekarlığını, bu büyük ahlaksızlığı unutturmaya çalışıyor. Sanki değişen hiçbir şey yokmuş havası oluşturularak, endişelerin yersiz olduğu duygusu topluma yayılmak isteniyor.
Böylece hem ‘Hayır cephesi’ bir tuzağa doğru sürüklenerek parçalanmaya hem de 16 Nisan Referandum sahtekarlığı meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Bu tuzağın en önemli aracı 2019 başkanlık seçiminde rövanşın alınabileceğine ilişkin beklentinin oluşturulmasıdır.
Böyle bir yaklaşım üzerine kurulacak siyaset, tarihimizin en büyük siyasal sahtekarlığı karşısında boyun eğmektir. Gericiliğin, ülkenin kaderini değiştirecek boyuttaki hile ve ahlaksızlığına teslimiyettir. Zorbalık karşısında sinmek, hile ve seçim sahtekarlığını meşrulaştırmaktır. Daha da önemlisi, bu yaklaşım siyasal ve toplumsal güç dengelerindeki değişimi gerçek anlamda görememek demektir.
Oysa, Tayyip Erdoğan ve AKP yönetimi 16 Nisan Referandumunda ağır bir yenilgiye uğradığı gibi, sadece dünyanın demokratik kamuoyunun değil, küresel sermayenin bile desteğini yitirmiş durumdadır.
AKP’nin, İslami duyarlılıkları yüksek bir muhafazakar ya da merkez sağ parti değil, sistem karşıtı siyasal dinci bir hareket olduğu ortaya çıkmıştır. Erdoğan yönetimi herhangi bir iktidar gibi değil, bir kurucu irade olarak hareket etmektedir.
Kuşkusuz 150 yıllık modernleşme süreci ve yüz yıla yaklaşan Cumhuriyet rejiminin kazanımlarını bir çırpıda ortadan kaldırmak mümkün değildir. Tarihsel olarak bunların bir bölümü (kadınların seçme ve seçilme hakkı gibi) kaçınılmaz olarak yeni rejimde de varlığını koruyacaktır. Sosyolojik ve tarihsel bir yasadır bu. Toplum nezdinde yanıltıcı olan durum da esas olarak budur.
Oysa aydınlanma ve modernitenin temel kazanımlarının ortadan kaldırılması ve düşük yoğunluklu da olsa dinci (İslamcı) bir rejimin kurulması sadece zaman sorunudur. Toplumsal ve siyasal direniş odakları etkisizleştirildikçe ve zamanı geldikçe rejim aşama aşama yaşama geçirilecektir. Pasif karşı devrim sürecinin diyalektiği böyle işlemektedir.
Sol Ne Yapmalıdır?
Öncelikle yapılması gereken şey, bir yatışma eğilimine girse de toplumda oluşan tepkiyi sahiplenmektir. Daha da önemlisi, bu toplumsal tepkiyi bütünüyle sönümlenmeden örgütlemek ve iktidarı kuşatmaktır. İktidara karşı eylemli bir mücadele çizgisi izleyerek tezgahı bozmaya çalışmaktır. CHP’nin böyle bir tarih sel sorumluluğu alması, uzak bir olasılıktır. Sorumluluk, devrimci ve sosyalist solun üzerindedir. Ancak, sosyalist solun bu büyük toplumsal tepkiyi örgütleyip yönlendirecek güç ve aygıtlardan, ne yazık ki, uzaktır.
Sosyalist sol, cumhuriyetçileri dışlayarak, suçlayarak, karşıya alarak değil, dinci-faşist diktatörlük girişimine karşı birlikte mücadele etmenin şartlarını yaratacak şekilde hareket etmelidir. Böyle bir siyasal hattın tarihsel, siyasal ve ahlaki bakımdan meşruiyet zemini çok güçlüdür.
Eğer toplumun hile ve hırsızlığa yönelik öfkesi yaygın bir protestoya dönüştürülemezse, kısa süre içinde sönümlenecek, daha kötüsü bir yılgınlığa dönüşecektir. Sahipsiz, örgütsüz ve öndersiz kitlelerde oluşacak bu yılgınlığın zamanla teslimiyete yol açması kaçınılmazdır.
Erdoğan yönetimi de zaten zamana oynamaktadır. Buna izin verilmemelidir. Toplumun tepkisi canlı tutulmalı ve sonuç almaya yönelik etkinlikler geliştirilmelidir. Hile ve sahtekarlıkla birleşmiş baskı ve şantajla diktatörlük kurulmasına karşı konulmalıdır.
Dolayısıyla bugün izlenmesi gereken tutum, hem “Hayır Bloku” diyebileceğimiz toplum kesimlerini aydınlanmacı değerler etrafında birleştirerek bir kararlılık kazanmalarını sağlamak hem de karşı tarafa seslenerek kurulmaya çalışılan gerici cepheyi çözmektir.
Çünkü, Erdoğan-AKP iktidarı 15 Nisan’a göre daha güçsüzdür ve eğer meydan boş bırakılmazsa bu meşruiyet krizi içinde ülkeyi eskisi gibi yönetemeyecektir. Referandumda derin bir meşruiyet krizinin içine yuvarlanan Erdoğan-AKP iktidarının, cami cemaatinin bir kesimi dışında anlamlı bir toplumsal desteğinin kalmadığı da ortaya çıktı. Çok kararsız olan “Evet” cephesi ise, eğer dışlayıcı olmayan bir üslupla yüklenilebilirse çözülebilecek konumda.
Sonuç olarak; hukuksal mücadele yolu sonuna kadar kullanılmalı, ancak salt bu alanda kalınarak sonuç alınamayacağı da bilinmelidir. Çünkü, böyle tarihsel kırılma anlarında, hukukun kuralları değil siyasetin yasaları belirleyicidir.